18 Eylül 2013 Çarşamba

Osmanlı Stratejik İdaresinin Doğası Üzerine


İmparatorluklar yayılmacı egemenlik sisteminde kilit ya da kritik alanların, İstanbul ile Çanakkale Boğazları, Cebelitarık ya da Suveyş Kanalları veya Singapur gibi hayati coğrafi noktaların planlı olarak ele geçirilmesi ve muhafazası yoluyla kurulmuştur. Jeopolitik analizciler kara gücünün deniz gücünden daha önemli olup olmadığını ve üstünlük sağlamak için nerelerde hâkimiyet kurmak gerektiğini tartışa gelmektedirler. Ancak Osmanlı tarihine bakıldığında, Osmanlı yayılmacı jeostratejisinin temelinde:
1-Kendisine karşı gelişecek gizli ya da açık ittifakları önlemek (Haçlılar gibi…)
2-Güdümlü devlet ve bağlı bölgelerin güvenlik açısından bağımlılıklarını devam ettirmek (Kırım, Eflak, Boğdan gibi...)
3-Tebaları itaatkâr kılmak koruma altında tutmak ve mezhebi akımların güçlenmesi önlemek (Safevi etkisindeki Şiiliğin Anadolu’da güçlenmesi örneğindeki gibi…)

Zigetvar Kuşatması 1566
Bu üç temel üzerine kurulan Osmanlı siyasetinin karar alma mekanizmalarının da neye göre şekillendiği hala tartışma konusudur. Osmanlılar bir sefer için kararı nasıl veriyorlardı? Bir Osmanlı ticaret gemisinin ele geçirilip yağmalanması mı yoksa elçinin geciktirdiği hediyeler mi? Osmanlıların öfkesini çekiyordu yoksa gücünü tartıyor çıkarlarını hesaplıyor ve Akdeniz'deki Katolik ittifakına meydan okumak ve ticaret yollarını korumak için mi politikalar belirleniyordu. Şüphesiz ki Osmanlı fetihlerinin temel motivasyonlarından biri de İslam topraklarını ele geçirerek onları birleştirmek üzerine kuruluydu. Ancak İslam topraklarında meşruiyet sağlamanın ve prestijin de temel motivasyonu İslam’ın buyruklarına uygun olarak Hristiyanlarla savaşmak ve zafer kazanmaktı.
Preveze Deniz Savaşı 1538

Özellikle 16.yy’da uluslararası alanda artan ekonomik bağımlılık, ekonomik şantajın askeri kullanımını daha az gerekli kılmaktaydı. Böylece yine bu yüzyılda manevra, diplomasi, koalisyon kurma, ortak-seçim ve siyasi becerilerin temkinli konuşlanması, Akdeniz satranç tahtasında jeostratejik gücün başarıyla uygulanmasının temel bileşenleri haline gelmişti. Söylentilere göre bir zamanlar Napolyon, bir ulusun coğrafyasını bilmenin onun dış politikasını da bilmek olduğunu söylemiştir. Ancak siyasi coğrafyanın önemini kavrayışımız iktidarın yeni gerçeklerine uyarlanmalıdır. Bir devletin askeri, ekonomik ve siyasi gücü ne kadar büyükse, bu devletin önemi jeopolitik çıkarlarının, etkisinin ve katılımının, sınır komşularının ötesindeki çapı da o kadar büyüktür.
Donald Puchala’ya göre:  "İmparatorluklar doğaları gereği siyasi olarak istikrarsızdır; çünkü bağımlı birimler her zaman daima daha fazla bağımsızlığı tercih eder ve bu tür birimlerdeki muhalif seçkinler fırsat yakaladıklarında daha fazla bağımsızlık kazanmak için harekete geçer. Bu anlamda imparatorluklar çökmez daha ziyade dağılırlar. Bu bazen olağanüstü şekilde hızlı olursa da genelde çok yavaş olur."[1] Öncelikle ekonomik zayıflama siyasi otoritede bir moral bozukluğuna yok açıyor. Daha sonra devletin çarklarını döndüren tüm mekanizmalar yavaş yavaş eski işlevlerinden sıyrılarak yeni konumlarına yönelir ve bu yeni sistemde artık yerleri kalmayanlar sistemden tasfiye ediliyordu. Bu olaylar değerlendirildiğinde ve stratejiler göz önüne alındığında 17. ve 18. Yüzyıl dönemine yapılan "Duraklama" isimlendirmesi hatta "Kriz ve Değişim" tabiri bile yetersiz kalmaktadır. "Duraklama" tabiri ilerlemeci tarih anlayışının bir uzantısı görülmekle birlikte "Kriz ve Değişim" tabiri de “kriz” in olmadığı bir dönem olmadığından ve “değişim” ya da zaman zaman kullanılan “dönüşüm” ifadesi de muğlak bir ifade olduğu gerçeğinden hareketle yetersiz bir ifade olarak durmaktadır.  

Ancak İbn Haldun’un etkisiyle özellikle Katip Çelebi’de görülen organizmacı devlet anlayışı yani devletlerin tıpkı insanlar gibi doğup, büyüdüğü ve yaşlandığı ve en sonunda öldüğü görüşünden hareketle her ne kadar devleti yönetenlerde devletin ebedi olarak yaşayacağı fikri hâkim olsa da bunun pratikte pek te mümkün olmadığı bilinmekteydi. Geniş coğrafyaları kontrol eden bölgesel güç olan ve Hint Okyanusu’na donanma göndererek küresel bazda hamleler yapabilen bir imparatorluk eninde sonunda bir meydan okumayla karşılaşacaktır ve ulusal azamet, ideolojik tatmin,  dinsel kurtarıcılık ya da ekonomik büyüme arayışı sebebiyle bazı devletler bölgesel egemenlik ya da küresel itibar peşinde koşarak onun etkisini zayıflatacak “dağılma” sürecinde rol oynayacaklardır. Dahası Osmanlıların Akdeniz sahnesine çıkışları da o zaman etkin güç olan Ceneviz’i Doğu Akdeniz’den çıkarmış Venedik ise “adalar sistemi” sayesinde etkinliğini sürdürüş ve 17. yy da Venedik eski görkemli günlerin anılarıyla dinlenen sınırlı bir jeopolitik oyuncuya dönüşmüştü. 19.yy’da ise Rusya’nın sahneye çıkışı Osmanlılar için benzer sonuçlar doğurmuştu. Dünya tarihine baktığımızda devletlerin hırslarını iddialarını ve meşruiyet kaynaklarını anlamak gerekmektedir. Robert Browning: "... bir insan elindekilerden daha fazlasını kavrayabilmelidir, öyle olmasa cennet ne içindir?" deyişiyle devletleri insanlara benzeten bu hırsı destekler.




[1] Donald Puchala “The History of the Future International Relations" Ethics and International Affairs 8(1994): 183

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder