İmparatorluklar
yayılmacı egemenlik sisteminde kilit ya da kritik alanların, İstanbul ile
Çanakkale Boğazları, Cebelitarık ya da Suveyş Kanalları veya Singapur gibi
hayati coğrafi noktaların planlı olarak ele geçirilmesi ve muhafazası yoluyla
kurulmuştur. Jeopolitik analizciler kara gücünün deniz gücünden daha önemli
olup olmadığını ve üstünlük sağlamak için nerelerde hâkimiyet kurmak
gerektiğini tartışa gelmektedirler. Ancak Osmanlı tarihine bakıldığında,
Osmanlı yayılmacı jeostratejisinin temelinde:
1-Kendisine
karşı gelişecek gizli ya da açık ittifakları önlemek (Haçlılar gibi…)
2-Güdümlü
devlet ve bağlı bölgelerin güvenlik açısından bağımlılıklarını devam ettirmek
(Kırım, Eflak, Boğdan gibi...)
3-Tebaları
itaatkâr kılmak koruma altında tutmak ve mezhebi akımların güçlenmesi önlemek (Safevi
etkisindeki Şiiliğin Anadolu’da güçlenmesi örneğindeki gibi…)
Zigetvar Kuşatması 1566 |
Bu
üç temel üzerine kurulan Osmanlı siyasetinin karar alma mekanizmalarının da
neye göre şekillendiği hala tartışma konusudur. Osmanlılar bir sefer için
kararı nasıl veriyorlardı? Bir Osmanlı ticaret gemisinin ele geçirilip yağmalanması
mı yoksa elçinin geciktirdiği hediyeler mi? Osmanlıların öfkesini çekiyordu
yoksa gücünü tartıyor çıkarlarını hesaplıyor ve Akdeniz'deki Katolik ittifakına
meydan okumak ve ticaret yollarını korumak için mi politikalar belirleniyordu. Şüphesiz
ki Osmanlı fetihlerinin temel motivasyonlarından biri de İslam topraklarını ele
geçirerek onları birleştirmek üzerine kuruluydu. Ancak İslam topraklarında
meşruiyet sağlamanın ve prestijin de temel motivasyonu İslam’ın buyruklarına
uygun olarak Hristiyanlarla savaşmak ve zafer kazanmaktı.
Preveze Deniz Savaşı 1538 |
Özellikle
16.yy’da uluslararası alanda artan ekonomik bağımlılık, ekonomik şantajın askeri
kullanımını daha az gerekli kılmaktaydı. Böylece yine bu yüzyılda manevra,
diplomasi, koalisyon kurma, ortak-seçim ve siyasi becerilerin temkinli
konuşlanması, Akdeniz satranç tahtasında jeostratejik gücün başarıyla
uygulanmasının temel bileşenleri haline gelmişti. Söylentilere göre bir
zamanlar Napolyon, bir ulusun coğrafyasını bilmenin onun dış politikasını da
bilmek olduğunu söylemiştir. Ancak siyasi coğrafyanın önemini kavrayışımız iktidarın
yeni gerçeklerine uyarlanmalıdır. Bir devletin askeri, ekonomik ve siyasi gücü
ne kadar büyükse, bu devletin önemi jeopolitik çıkarlarının, etkisinin ve
katılımının, sınır komşularının ötesindeki çapı da o kadar büyüktür.
Donald
Puchala’ya göre: "İmparatorluklar
doğaları gereği siyasi olarak istikrarsızdır; çünkü bağımlı birimler her zaman
daima daha fazla bağımsızlığı tercih eder ve bu tür birimlerdeki muhalif
seçkinler fırsat yakaladıklarında daha fazla bağımsızlık kazanmak için harekete
geçer. Bu anlamda imparatorluklar çökmez daha ziyade dağılırlar. Bu bazen
olağanüstü şekilde hızlı olursa da genelde çok yavaş olur."[1]
Öncelikle ekonomik zayıflama siyasi otoritede bir moral bozukluğuna yok açıyor.
Daha sonra devletin çarklarını döndüren tüm mekanizmalar yavaş yavaş eski
işlevlerinden sıyrılarak yeni konumlarına yönelir ve bu yeni sistemde artık
yerleri kalmayanlar sistemden tasfiye ediliyordu. Bu olaylar
değerlendirildiğinde ve stratejiler göz önüne alındığında 17. ve 18. Yüzyıl dönemine
yapılan "Duraklama" isimlendirmesi hatta "Kriz ve Değişim"
tabiri bile yetersiz kalmaktadır. "Duraklama" tabiri ilerlemeci tarih
anlayışının bir uzantısı görülmekle birlikte "Kriz ve Değişim" tabiri
de “kriz” in olmadığı bir dönem olmadığından ve “değişim” ya da zaman zaman
kullanılan “dönüşüm” ifadesi de muğlak bir ifade olduğu gerçeğinden hareketle
yetersiz bir ifade olarak durmaktadır.
Ancak İbn Haldun’un etkisiyle özellikle Katip
Çelebi’de görülen organizmacı devlet anlayışı yani devletlerin tıpkı insanlar
gibi doğup, büyüdüğü ve yaşlandığı ve en sonunda öldüğü görüşünden hareketle her
ne kadar devleti yönetenlerde devletin ebedi olarak yaşayacağı fikri hâkim olsa
da bunun pratikte pek te mümkün olmadığı bilinmekteydi. Geniş coğrafyaları
kontrol eden bölgesel güç olan ve Hint Okyanusu’na donanma göndererek küresel
bazda hamleler yapabilen bir imparatorluk eninde sonunda bir meydan okumayla
karşılaşacaktır ve ulusal azamet, ideolojik tatmin, dinsel kurtarıcılık ya da ekonomik büyüme
arayışı sebebiyle bazı devletler bölgesel egemenlik ya da küresel itibar
peşinde koşarak onun etkisini zayıflatacak “dağılma” sürecinde rol
oynayacaklardır. Dahası Osmanlıların Akdeniz sahnesine çıkışları da o zaman
etkin güç olan Ceneviz’i Doğu Akdeniz’den çıkarmış Venedik ise “adalar sistemi”
sayesinde etkinliğini sürdürüş ve 17. yy da Venedik eski görkemli günlerin
anılarıyla dinlenen sınırlı bir jeopolitik oyuncuya dönüşmüştü. 19.yy’da ise
Rusya’nın sahneye çıkışı Osmanlılar için benzer sonuçlar doğurmuştu. Dünya
tarihine baktığımızda devletlerin hırslarını iddialarını ve meşruiyet
kaynaklarını anlamak gerekmektedir. Robert Browning: "... bir insan
elindekilerden daha fazlasını kavrayabilmelidir, öyle olmasa cennet ne
içindir?" deyişiyle devletleri insanlara benzeten bu hırsı destekler.
[1]
Donald Puchala “The History of the Future International Relations" Ethics
and International Affairs 8(1994): 183
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder