5 Aralık 2013 Perşembe

Askeri Tarih Araştırma Denemesi: Osmanlı Askeri Tarihi Üzerine

Osmanlı askeri tarihi üzerine bir yazı hazırlarken karşıma çıkan zihin açıcı bir çalışma olarak Bilim ve Sanat Vakfı, Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin yayınladığı “Notlar 23”[1] adlı derleme Osmanlı askeri tarihi üzerine tartışmalı konuların ele alındığı, çeşitli konularda sunumların yayınlandığı fikir vermek ve ne tartışıldığını görmek açısından rehber niteliğinde oldu. Buradan hareketle, Osmanlı askeri tarihi alanında tartışmalar temelde Osmanlıların, Avrupalı hasımlarına karşı öncelikle askeri üstünlüğünü nasıl sağladığı sonrasında ise uzun savaşların yer aldığı dengelenme döneminden sonra bu üstünlüğü nasıl kaybettiği üzerine kurulmaktadır. Osmanlıların art arda askeri zafer kazandıkları dönem büyük ölçüde ateşli silahların etkin kullanımına bağlanılırken, askeri üstünlüklerini kaybedişleri özellikle Bernard Lewis “Hata Neredeydi?”[2] adlı kitabında, Carlo Cippola “Yelken ve Top”[3] adlı kitabında ve Paul Kennedy “Büyük Güçlerin Yükselişleri ve Çöküşleri”[4] adlı kitabında İslam’ın yeniliklere olan muhafazakâr tavrı, Avrupa’daki teknolojiyi geriden takip ettikleri ya da Batı Avrupa devletlerinin yaptığı askeri, siyasi, ekonomik ve teknolojik atılıma bağlanarak açıklanmaktadır. Osmanlı askeri tarihi üzerine çalışmalarıyla son dönemde dikkat çeken Gábor Ágoston, Osmanlıların 17.yy sonlarına kadar Avrupalı hasımlarıyla teknolojik açıdan hemen hemen aynı düzeyde olduğunu yeniliklere İslami muhafazakar bir refleks göstermekten çok bu konuda pragmatik davrandığını söylemektedir. Ágoston’a göre zaten teknolojik olarak ilerde olmak sadece savaş kazanmaya yetmez bununla kısa süreli başarı

Panorama 1453 Müzesinde yer alan kuşatma sahnesi



[1] BİSAV, Türkiye Araştırmalar Merkezi Osmanlı Askeri Tarihi, Notlar 23, (Aralık 2002 – Şubat 2010) http://www.bisav.org.tr/userfiles/yayinlar/TAM_ASKERI_TARIH.pdf
[2] Bernard Lewis, kitabının “Savaş alanında alınan dersler” (sf. 31-52) bölümünde Osmanlıların kendilerinin teknolojiye yatırım yapmak yerine, Batı’nın silah teknolojisinin ilk zamanlardan beri iyi bir müşterisi olduğunu ancak 17. yüzyıldaki yenilgilerin, yöneticileri top ve tüfeğin alınmasının yeterli olmadığı, Batı savaş tarzının alınmasının ve yabancı uzman ithal edilmesi gerektiği görüşüne götürmüştür.  Lewis’e göre, ıslahat layihalarını yazanlar tarafından sıklıkla sorulan soru şuydu: “Eskiden kâfirlerin icatlarına hep yetişebiliyorken, şimdi bunu neden yapamıyoruz?” Lewis, devamında yeni icatları niye her zaman kâfirlerin yaptığını uzun sure kendilerine sormadıkları için Osmanlıları eleştirir.(s.64) Bemard Lewis (2004). 300 yıldır Sorulan Soru: Hata Neredeydi? (çev. Harun Ozgur Turgan ve Serpil Bilbaşar), İstanbul: Oğlak Yayıncılık
[3] Carlo Cipolla için Osmanlı devletinde yapısal tıkanıklığın en bariz göstergelerinden biri, Osmanlıların sahra topçuluğunun inceliklerini kavrayamayıp devasa kuşatma topları üretmeye devam etmiş olmalarıdır. 16. yüzyıldaki imalat koşulları, daha hareketli ve küçük kalibreli topların etkinlik derecesini önemli ölçüde tırpanladığından ilk başlarda büyük bir dengesizlik oluşmamıştı; fakat 17. yüzyıl topçuluğunda görülen ilerleme, batı ordularına Osmanlıların kitlesel hücumları karşısında büyük üstünlük sağlamıştı.(s.50-52) Carlo Cippola, M. Yelken ve Top, (çev. Aslı Kayabal), İstanbul: Kitap Yayınevi (2003)
[4] Paul Kennedy için Osmanlılar aşırı gelenekçi, despotik bir imparatorluktu ve eğer Padişah onun tabiriyle “budala” biriyse sistem alt-üst olur İslami tutuculuk ve bürokrasi yeniliği boğar ve İmparatorluğu büyüten ganimet ekonomisi duruverirdi. (s.37) Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükselişleri ve Çöküşleri, (çev. Birtane Karanakçı) İş Bankası Kültür Yayınları (2005)

İstanbul'un fethi sırasında kullanılan büyük top yıllarca Türklerin büyük top merakı ya da büyük top götüremedikleri için Viyana'yı alamadıkları gibi tartışmalara konu olmuştur

sağlansa bile bu uzun vadeye yayılamayacaktır ona göre savaş sadece meydanda yapılan bir muharebeden daha fazlasını ifade eder çünkü finansman, lojistik, mobilizasyon yani kısacası çok boyutlu bir organizasyon yeteneği ile savaş sanayisini gerektirir.[1] Ágoston’un yeni askeri tarihçilik olarak adlandırılan teorik ve metodolojik bakış açısından faydalandığını öğreniyoruz.[2] Bu akımla ilgili Kahraman Şakul’un “Yeni Askeri Tarihçilik” adlı yazısı dikkate değerdir. Şakul yazısında askeri tarihin belli bir zümrenin “biz” ve “onlar” üzerine kurguladığı bakış açısıyla bilimsellikten uzak bir yapıdan nasıl siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal boyutlarıyla ele alınan bir yapıya dönüştüğünü bunun başarılı örneklerinin bizim tarihçiliğimize Gábor Ágoston ile Rhoads Murphey gibi tarihçiler aracılığıyla tartışmaya açıldığını söylemektedir. [3]
  Agoston’un “culturation”[4] olarak tanımladığı, teknolojik alış-verişin çeşitli şekillerde sürdüğünü söylediği ve Osmanlıların Avrupa’daki değişiklikleri takip ettiği aslında “taife-i efrenciyan” adıyla bilinen grupla ilgili ayrıntılı bilgileri Salim Aydüz’ün “Taife-i Efrenciyan” adlı yazısı ve Rhoads Murphey’nin “Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları Efrenci Teknisyenlerin Sivil ve Askeri Uygulamalardaki Rolü” adlı yazısında buluyoruz.  Salim Aydüz’ün yazısında Osmanlı silah envanterindeki isimlendirmelerden yola çıkarak etimolojik açıdan silahların dolayısıyla da teknolojinin nereden geldiğinin izleğini sürmekte ve Osmanlı ordusunda çeşitli alanlarda görev alan Avrupalılardan bahsetmektedir. Ayrıca Osmanlıların kuşatma alanında topları dökmek gibi pratik uygulamalara gittiklerinden hareketle büyük top meraklarının olduğu ve bunları kuşatma alanına götüremedikleri için başarısız oldukları gibi anlatıları da sorgulatmaktadır. [5] Rhoads Murphey ise Osmanlıların Yahudiler ve dışlanmış çeşitli Hıristiyan mezheplerine sığınma hakkı vermesinin teknoloji transferine yardımcı olduğunu belirterek Osmanlılar ile Avrupa arasında karşılıklı bilgi


[1] Gábor Ágoston, Barut, Top ve Tüfek: Osmanlı İmparatorluğu’nun Askeri Gücü ve Silah Sanayisi, çev. Tanju Akad, İstanbul: Kitap Yayınevi, (2006), “Osmanlı Esnekliği ve Pragmatizmi” adlı bölüm (s.249-266)
[2] Gábor Ágoston, “Teorik ve metodolojik bir bakış açısından bakarsak yeni askeri tarih yazımını izlemekteyim.” demektedir. BİSAV, Türkiye Araştırmalar Merkezi Osmanlı Askeri Tarihi, Notlar 23,(s.6)
[3] Kahraman Şakul “Yeni Askeri Tarihçilik”, Toplumsal Tarih 198 (Haziran 2010), 31-36. Metin için: http://www.academia.edu/398244/_Yeni_Askeri_Tarihcilik_ Ayrıca daha geniş bilgi için Ottoman History Podcast söyleşisi dinlenilebilir. http://www.ottomanhistorypodcast.com/2012/09/osmanl-imparatorlugu-ve-yeni-askeri.html
[4] Ágoston’un sunumunda “culturation” olarak kullandığı kavram, dilimize “kültürlenme” olarak çevrilir ve bir kültürün bir başka kültürden aldığı özelliği onu kendi kültürüyle sentezleyerek ortaya yeni, orjinal bir ürünün ortaya çıkarıldığı süreci ifade eder.
[5] Salim Aydüz, “XIV-XVI. Asırlarda Avrupa Ateşli Silah Teknolojisinin Osmanlılara Aktarılmasında Rol Oynayan Avrupalı Teknisyenler (Taife-i Efrenciyan)”, Belleten, LXII/235 (1998), s. 779-830.

Bir Ortaçağ savaş sahnesi

transferinin varlığına dikkat çeker.[1] Elbette burada bir soru tartışılmaya değerdir. Osmanlı sarayına bağlı askeri ve birçok alandaki gelişmeleri takip eden maaşlı bir zümre varsa ve bunlar sayesinde Osmanlı teknolojisi sürekli güncelleniyorsa 17.yy’ın sonlarında Osmanlıların II. Viyana Kuşatması sonrasında başlayan yenilgiler dizisi hatta 18.yy’da Avrupa arenasına çıkan Rusya’ya karşı alınan yenilgiler nasıl açıklanabilir? Burada savaşın çok boyutluluğuna vurgu yapmak yerinde olacaktır. Askeri disiplin, lojistik, mobilizasyon, istihbarat ve eğitim gibi birçok faktör bir araya gelince yenilgiler kaçınılmaz olmuş olabilir.
 Teknoloji alış-verişi meselesi tarihin lineerliği ve Batı’nın yükselişiyle diğerlerin gerilediği fikrine dayanan “ilerlemeci paradigma” nın aşındırılması açısından da önemli bir mesele gibi durmaktadır.  Batı-dışı toplumların dini taassup ya da yönetici elitler arasındaki çekişmeler nedeniyle teknolojik yenilikleri kabul etmekte zorlandıkları ya da zaten durağan oldukları gibi yaklaşımlar bulunmaktadır. Ancak Batı-dışı toplumlar arasında da bir teknoloji alış-verişinin olduğu bilinmektedir. Giray Fidan’ın tezi[2] ve Kenneth Chase’in kitabında[3] Osmanlı askeri teknolojisine Avrupa ve Japon teknolojisine karşı üstünlüğüne ve o bölgedeki Portekiz etkisine karşı bir denge unsuru olarak özellikle Çin’de ilgi duyulduğu anlatılmaktadır.
Osmanlı askeri tarihiyle ilgili tüm bu tartışmalarının bir özetini Özgür Kolçak’ın “XVII. Yüzyıl Askeri Gelişimi ve Osmanlılar” tezinde bulmak mümkündür. Geoffrey Parker’ın “Askeri Devrim” tezi üzerinden yaylım ateşinin etkisi, yıldız kale inşasının bilinen kuşatma anlayışına yaptığı etki gibi konular Kolçak’ın tezinde Parker’ın “Batı’nın üstünlüğü” perspektifi eleştirilerek anlatılır. [4] Ancak Parker’ın çok önem verdiği ve Batı’nın sonraki yüzyıllarda batı-dışı toplumlara uyguladığı şiddetin bir aracı olduğunu söylediği yaylım ateşi taktiğini 1620’lere kadar Hollanda ordusunda kullanıldığına dair bir kanıt bulamazken hem Parker’ın kitabının önsözünde[5] hem de Günhan Börekçi, “Notlar 23”[6] sunumunda 1605 yılında Macaristan’daki savaşı anlatan Topçular Kâtibi Abdulkadir Efendi’nin kitabında


[1] Osmanlılar ve Batı Teknolojisi (ed. Ekmeleddin İhsanoğlu) içinde, (s.7-20), Rhoads Murphy, Osmanlıların Batı Teknolojisini Benimsemedeki Tutumları: Efrenci Teknisyenlerin Sivil ve Askeri Uygulamalardaki Rolü, İÜ Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1992
[2] Giray Fidan, Çin Kaynaklarına Göre 16.yy Osmanlı-Çin İlişkileri ve Çin’deki Osmanlı Ateşli Silahları, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2010
[3] Kenneth Chase, ateşli silahlar üzerine hazırladığı kitabının büyük bölümünü İslam toprakları, Çin, Kore ve Japonya askerî tarihine ayırmıştır.(Ateşli Silahlar Tarihi, çev. Füsun Tayanç, Tunç Tayanç, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008).
[4] Özgür Kolçak, tezinin birinci bölümü “Askeri Devrim ve Osmanlılar” şimdiye kadar yapılmış tartışmaların bir derlemesi niteliğindedir. (s.22-103) (Özgür Kolçak, XVII. Yüzyıl Askeri Gelişimi ve Osmanlılar, Yayınlanmamış doktora tezi, İstanbul Üniversitesi, 2012)
[5] G. Parker, Askeri Devrim: Batı’nın Yükselişinde Askeri Yenilikler 1500–1800, çev. Tuncay Zorlu, İstanbul: Küre Yayınları, 2006 (s.7-8)
[6] BİSAV, Türkiye Araştırmalar Merkezi Osmanlı Askeri Tarihi, Notlar 23, Günhan Börekçi Sunumu,(Aralık 2002 – Şubat 2010) (s.55-80)

Total War oyunundan bir savaş sahnesi

yaylım ateşi taktiğinin Osmanlı ordusunda kullanıldığına dair bir betimleme paylaşılır. Burada Osmanlı askerleri yaylım ateşi gibi karmaşık bir taktiği tatbik ederler. Bu tür bilgilerin ortaya çıkışı Osmanlı askeri tarihini incelemelerinin öneminin bir kez daha ortaya koymaktadır.    Askeri tarih denilince hala büyük oranda karada meydana gelen gelişmeler düşünülmekte ve deniz savaşları da deniz içerisinde kara savaşları olarak algılanmaktadır. Çok sayıda top taşıyan kalyonların sahneye çıkışı ve yaygınlaşmasına kadar kadırgalar Osmanlı deniz stratejisinin temelini oluşturuyordu. Ancak 17.yy ortalarında Osmanlıların kalyonların temelini oluşturduğu bir donanmaya geçmeye çalıştıkları görülmektedir. Uzun Girit Kuşatması sırasında başlayan geçiş denemi 1700’lerin başlarında tamamlanmıştır. Kalyonların ağırlık kazanması topların kullanımını da artırmıştır.[1] Yıllar içerisinde ateşli silahların giderek daha fazla deniz savaşlarında etkili olduğu bir gerçektir. Yusuf Alperen Aydın’ın doktora tezi olan Osmanlı Denizciliği (1700-1770) adlı çalışmada Venedik ile yapılan savaş sırasında gerçekleşen donanmadaki yaralanmalara dair oluşturulan tablolar aracılığıyla ateşli silahların kullanımına dair bilgiler elde etmek mümkündür. [2] Burada oluşturulan tablolarda yaralanmalara göre maaş bağlanmakta ve bu yaralanmaların ne sebeple meydana geldiği belirtilmektedir.
 Sonuçta, dünya savaş tarihi ateşli silahların bir parçası olduğu şiddetin hasımlara düzenli ve kararlı bir şekilde uygulamadaki becerisiyle şekillenmektedir. Bu nedenle kara ve deniz savaşlarının tarihini öncesi ve sonrasıyla araştırmak özellikle de Osmanlıların hasımlarına üstünlük kurduğu ve sonra bu üstünlüğünü kaybetmeye başladığı dönemle karşılaştırılarak incelenmelidir. Ateşli silahlar söz konusu olduğunda bu silahların menzillerinin yanı sıra eğitim, disiplin, lojistik ve mobilizasyon gibi etmenler de değerlendirilerek Osmanlı askeri tarihine yeniden bir bakış için Gabor Agoston gibi tarihçilerin Osmanlı dünyasını anlamak için yaptıkları çalışmalar dikkate değerdir.




[1] İdris Bostan. "Osmanlılar ve Deniz." Küre Yay., İstanbul (2007).
[2] Yusuf Alperen Aydın, doktora tezi, Osmanlı Denizciliği (1700-1770) İstanbul Üniversitesi,(2007)(s.277)

Korece Çeviri Denemesi: İki Kardeşin Hikayesi ya da 두 형제 이야기

 어느 중국의 도시에 두 소년이 있었습니다. 양부모가 갑자기 교통사고로 죽게 되었습니다. 10살도 안된 소년이 소년가장이 되었습니다. 동생을 너무 사랑한 형이었기에 동생을 끔찍하게 생각하며 자신은 눈물 흘릴 겨를도 없이 배고파도 먹을 것을 먼저 동생에게 가져다 주었습니다. 10살짜리가 감당하기에는 삶의 무게가 너무 무거웠습니다. 몇 년을 겨우겨우 지내다가 소진될 무렵 기가 막힌 은혜로 예배당으로 인도함을 받았습니다. 거기서 엄마 아빠를 합친 것보다 더 큰 예수님의 사랑을 경험하고 주님께 돌아왔습니다. 그 후로 이 아이가 바뀌었습니다. 날마다 기쁨으로 예배를 드렸습니다. 상황이 바뀐 것은 없으나 뭔지 모를 기쁨이 넘쳤습니다. 형의 신앙은 날마다 자라났으나 동생은 그렇지 못했습니다. 어릴 때 형에게 이끌려 어쩔 수 없이 교회에 나갔지만 청소년기가 된 후로 반항기가 생겨서 교회를 잘 안 나가게 되었습니다. 동생은 하나님이 우리를 고아로 만드셨고 이렇게 가난하게 하셨는데 뭐가 우리를 사랑하냐고 투정 부렸습니다. 그러는 사이에 어둠에 이끌려 악한 친구들과 가까이 하게 되었습니다. 담배,,마약 등을 하며 끝없는 방탕의 길을 내디뎠습니다. 형 조차도 감당할 수 없게 되었습니다. 그러나 동생을 향한 형의 사랑은 더욱 불타오르기만 했습니다. 날마다 동생을 위해 눈물로 기도하며 보내었습니다. 어느 날 12시가 지나도 동생이 들어오지 않자 형은 여전히 하나님께 눈물로 동생을 위해 기도하였습니다. 그러다가 갑자기 문짝이 열리더니 동생이 방으로 들어왔습니다. 눈앞에 펼쳐진 상황은 너무 끔찍했습니다. 동생이 피투성이가 된 채 벌벌 떨고 있는 것이었습니다. 그러는 동생이 내가 사람을 죽였어. 형 이제 어떻게 하면 좋아마약을 먹고 지나가던 사람을 죽인 것었습니다. 형은 어찌할 바를 몰라서 일단 동생의 옷을 벗겨서 동생을장롱에 숨기었습니다. 그리고 동생이 벗은 옷을 바라보면서 잠시 침묵 하더니 자신의 옷을 벗고 피묻은 동생의 옷을 입기 시작했습니다. 길지 않은 시간 옷 매무새를 고칠 때 쯤에 갑자기 여러 사람들이 들어오더니 형에게 발길질하며 너가 사람을 죽였지? 피묻은 이 옷이 증거지. 당장 경찰서로 가자!” 하며 거칠게 형을 끌고 갔습니다. 순식간에 일어난 일이었습니다.

경찰서에서 취조를 받는데 형의 반복된 대답은 한가지 였습니다. “저는 이 죄 때문에 벌을 받아야 합니다.” 그리고 재판을 통해서 사형선고를 받게 되었습니다. 그 이상한 죄수가 교도소에 들어온 이후에 감방에 이상한 기운이 감돌았습니다. 일반적으로 추악한 범죄를 저지른 죄수들은 자신들이 한 일을 영웅담 늘어놓듯이 자랑하기 마련인데 이 죄수는 사건에 대해서는 한 마디도 하지 아니하고 오직 찬송하며 예배를 드렸습니다.
형은 집행일을 얼마 앞두고 교도소장을 한번 만나게 해달라고 부탁했습니다. 교도소장은 죽을 자 소원 한번 들어준다며 만나게 되었습니다. 형은 어려운 부탁이 아니라 편지를 한장 쓰게 해달라고 부탁했습니다. 쓴 편지를 넣은 봉투에 도장을 찍어서 교도소장에게 주었습니다. 그리고는 제가 죽기 전에는 절대로 이 봉투를 뜯지 않겠다고 약속해주십시오. 사형집행 후 편지봉투를 이 주소로 보내주시면 됩니다.” 교도소장은 부탁을 들어주겠다고 했습니다.
드디어 사형 집행날, 형은 주님을 만날 것에 대한 설레이는 마음도 있었지만 혼자 남게 될 동생으로 인해서 마음이 아프게 되었습니다. 평생 동생 외에는 생각해보지 못했던 형은 지금 자책감으로 두려워 떨고 있을 동생을 주님께 맡겨드렸습니다. 사형은 집행되었고 형은 하늘로 올라갔습니다.
이상한 사형수를 집행했다고 생각하며, 마음이 번잡했던 교도소장은 갑자기 사형수로부터 부탁 받은 편지가 생각났습니다. 바로 부하를 시켜서 적힌 주소로 편지를 보내게 했습니다.
부하가 찾아간 집은 폐가와 다름없는 집이었습니다. 이런 곳에 혹시 누가 살까 두들겼지만 아무런 반응이 없었습니다. 돌아가려고 하는데 안에서 문을 열고 온 몸을 덜덜 떨며 귀신 같은 사람이 나왔습니다. 너무 무서워서 만날 겨를도 없이 편지를 던져 놓고 줄행랑을 쳐서 돌아갔습니다. 잡으러 온 줄 알고 이제 끝이구나 생각해서 밖으로 나왔던 그가 왠 사람이 편지 봉투를 놓고 간 것을 받아보는 순간 그 사건 이후에 두려워서 밖으로 나오지도 못하고, 무서움에 벌벌 떨면서 숨어 지낸지 몇 달 후에 처음으로 받아 보는 형의 편지가 보였습니다. 너무나 반가웠습니다. 꼭 지옥에서 만난 형의 숨결 같았습니다. 방안으로 벌벌 떨며 들어가서 편지를 쭉 찢어서 펼쳐 보았습니다. 한눈에 들어오는 편지의 첫 줄에 분명한 형의 필체로 쓰여있는 문구를 발견 했습니다. ‘사랑하는 동생아, 나는 너의 죄의 옷을 입고 너 대신 죽노라
도저히 알아들을 수 없는 내용을 읽고, 또 읽고 또 읽다가 갑자기 의미가 확 다가오기 시작했습니다. 의미가 확 들어오는 순간 갑자기 비명을 지르며 미친듯이 안돼, 안돼, 안돼! 우리 형 안돼 죽을 수 없어!’ 하더니 문짝을 발로 차며 밖으로 뛰어 나갔습니다. 어디로 가야할 지 무엇을 해야할 지 알지 못한 채 편지를 움켜 진 채로 엉엉 울며 소리를 지르며 온 동네 방네를 뛰어 다녔습니다. 그렇게 몇 시간 동안 돌아다니다가 찾아가 곳이 형무소 였습니다. 찾아와서 난리치며 이야기 하는 사람이 무슨 말을 하는지 횡설 수설 알아들을 수 없었지만, 그가 말하는 형의 이름은 그 이상한 죄수, 오늘 사형집행 당한 이상한 죄수의 이름 이였습니다. 정확한 내용을 알아들을 수 없었지만 그가 말하는 사형수의 이름을 듣고는 소장이 불러 데리고 왔습니다. 계속해서 말하는 동생의 이야기는 소장이 들을수도 들어서도 안되는 이야기였습니다. 형은 죄를 짓지 않았고, 사람도 죽이지 않다는 말을 하며 이 사형은 본인과 관계가 있다는 이야기를 했습니다. 사형이 집행 될 때에도 뭔가 심정적으로 이상했던 소장은 이미 끝나버린 사형집행 후에 찾아온 동생에게 할 수 있는 말은 한가지 였습니다.

이 더러운 놈아, 그만해 더 이상 떠들지마! 너하고 이 죄는 상관 없어 이 죄는 심판이 끝났기 때문이야 꺼져! 내 눈에서 사라져!’ 쫓겨난 불쌍한 동생이 한가지 확실하게 알게 된 사실은 형을 다시는 만날 수 없다는 사실과 사형이 이미 집행되었다는 사실 이였습니다. 어떻게 할 줄을 모른채로 이곳 저곳 돌아다니다가 집으로 다시 돌아왔습니다. 다시는 이 땅에서 형을 만날 수 없다는 것을 깨닫게 된 후, 있을 때는 잘 몰랐는데 사라지고 나니까 자신의 삶에 형 빼고는 아무것도 없다는 것을 알게 되었습니다. 문제는 전부였던 이 형을 다시는 만날 수 없게 되었다는 것입니다. 죽을 것만 같고, 지옥도 이런 지옥이 없게 느껴져서 통곡을 하고 울고 불고 난리를 쳐도 형을 다시는 볼 수 없는 절망감에 힘겨워 하다가 나중에는 동생의 영혼 안에 절규가 나오기 시작했습니다. ‘어떻게 하면 형 만날 수 있을까…’ 그러다 알게 된 것이 살면서 형이 그토록 기도했기에 형은 바라던 천국에 간 것을 분명히 알게 되었습니다. 어렸을 때 형에게 끌려서 교회에 다니면서 들었던 이야기가 생각났습니다. 형이 간 곳이 천국이라는 것과 그 곳에 가려면 어떻게 해야 하는지 들었던 이야기, 그냥 흘려 들었던 이야기였는데 이제는 알 수 있게 되었습니다. 이 때 들어온 마음은 살인범인 본인은 천국에 들어갈 수 없다는 생각 이였습니다. 본인은 못 가겠지만 형을 만나고 싶은 너무 간절한 마음이 생겨서 기도하기 시작했습니다.
우리 형의 하나님, 형이 사랑한 하나님 나는 천국 갈 수 없는 지옥에 가야 할 놈이지만 나는 지옥 가더라도 사랑하는 우리 형 한번만 만나게 해 주세요. 나는 천국 갈 자격은 없지만 우리 형 만날 수 있는 길이 천국밖에 없다면 날 좀 천국에 들어가게 해 주세요. ’
이 동생의 간절한 기도를 기다리셨던 주님은 늦게 대답하지 않으셨습니다. 그날 밤 그는 십자가를 이해하는데 어려움이 없었습니다. 왜냐하면, 이미 형을 통해서 십자가를 경험했기 때문입니다.
불쌍한 이 동생 놈, 형이 죽을 때 죽었던 동생은 이제는 본인이 아닌 전혀 다른 한 사람으로 다음날 아침을 맞이 했습니다. 형이 남긴 유품을 찾아보려 했더니 겨우 옷 몇 벌이 전부 였습니다. 오직 자기만을 위해 살아 준 형기이게 남은 것이 아무것도 없었습니다. 그러다가 어제 손에 움켜 쥐고 다녔던 편지가 생각이 나서 버려진 편지를 다시 주어 읽었습니다. 너무 충격을 받아 첫번째 한 줄 밖에 못 읽었는데 그 다음의 내용을 읽기 시작했습니다. 그의 눈에 들어온 두번째 줄의 내용은 넌 이제 나의 옷을 입고 나처럼 살아라…’ 그는 조용히 마당으로 나와 본인의 이름으로 죽은 형의 죽음은 결국 자신의 죽음인 것이 너무 분명함을 깨닫게 되었습니다. 그래서 이미 죽은 자신의 옷과 물품들을 다 가지고 나와 불에 태웠습니다. 그리고 몇 벌 안되는 형의 옷만 남겼습니다. 그리고는 자신의 것을 다 벗고 형의 옷으로 갈아 입었습니다. 이날 이후 동생은 형이 살아서 하던 행동을 고스란이 하기 시작했습니다. 주일날이 되면 형의 옷을 입고, 형의 자리를 물어서 앉아형이 어떻게 예배를 들었는지 물어보았습니다. 교인들은 형이 얼마나 전심으로 예배한 사람인지 기도한 사람인지 말해주었습니다. 이야기를 듣고 형의 자리에서 형과 동일하게 예배와 찬송하며 기도했습니다. 그리고 집에 돌아오면 형의 낡은 작업복을 입고 형이 했던 것처럼 정직하게 일했습니다. 동네 사람들은 그 집에 몸은 분명히 동생인데 꼭 형처럼 행동하는 이상한 한 사람이 남아 있는 것을 알게 되었습니다. 세월이 지난 어느 날 이전에 어울렸던 못된 친구들이 찾아와 또 이 동생의 옷자락을 잡아 당기며 다가왔습니다. 반복적으로 찾아오는 이 못된 친구들에게 형의 옷을 입은 동생은 날마다 동일하게 대답했습니다.
이 옷 주인은 그런 짓 하지 않았어! 이 옷 주인은 그런 곳 가지 않았어! 이 옷 주인은 그런 말하지 않았어!’ 이후에도 동생은 형과 동일한 모습으로 그렇게 살았습니다.
하나님은 사랑이십니다. 형이 동생을 그렇게 사랑했던 것처럼 하나님이 우리를 너무 사랑하셔서 이 땅에 그의 아들 예수님을 보내셨습니다. 예수님도 죄가 없으시지만 우리의 죄의 옷을 입고, 십자가에 못박혀 죽으셨습니다.
우리가 아직 죄인 되었을 때에 그리스도께서 우리를 위하여 죽으심으로 하나님께서 우리에 대한 자기의 사랑을 확증하셨느니라로마서5:8


İki Kardeşin Hikâyesi

1
Bir Çin şehrinde iki kardeş vardı. Anne ve babaları birdenbire gelen kaza sonucunda ölmüştü. Henüz 10 yaşında anne ve babasız kalan kardeşlerden büyük olanı, küçük kardeşine anne ve babasının yokluğunu hissettirmemek için elinden geleni yapıyordu. Her şeyini onunla paylaşıyor, çok acıksa bile önce küçük kardeşini düşünüyor ona destek oluyordu.

2
Henüz çok küçük yaşta hayat onlar için çok zordu. Ama dayanmaları gerekiyordu. Yapayalnızdılar ve kimseleri yoktu. Yalnız başına yıllarca geçirdiler ne bir büyükleri sahip çıktı ne de bir yardım eden oldu. Dayanma güçleri giderek azaldı.

3
Büyük kardeş, bir gün bir arkadaşının önerisiyle kiliseye gitti. Önce yabancılık çekiyor ne yapacağını bilemiyor ve hatta korkuyordu. Ama zamanla anne ve babadan daha büyük sevgi olan İsa'nın sevgisiyle tanıştı ve rabbe yöneldi. Bu onun hayatında dönüm noktası oldu. Karşılıksız sevmeyi öğrendi ve sürekli dua etti. Artık o değişmişti. Her gün sevinçle ibadet ediyor ama annesi babası geri gelmiyordu. Buna alışması gerekiyordu. Ama kalbi İsa sevgisiyle dolup taşıyordu.

4
 Büyük kardeşin imanı her gün büyüyüp güçlenirken küçük kardeş tam tersi yola girmişti. Umutsuzluk ve yoksulluk...
Çocukken büyük kardeşi tarafından kiliseye götürülmüştü. Ama gençlik döneminde direniyor kalbini açmıyordu. Tanrı neden bizi annesiz babasız bıraktı diye isyan ediyordu. Tanrının onu karşılıksız sevdiği söylendiğinde o buna inanmıyordu. Ne yapmıştı ki annesiz babasız kalmıştı.

5
Ve giderek daha kötü bir insan oluyordu. Çünkü kötü arkadaşları vardı. Sigara, uyuşturucu, içki kullanımı alışkanlık haline dönüşmüştü. Zevk ve eğlence içindeki dünya yaşamını önemsiyordu. Büyük kardeş yardım etmek istiyor ama elinden bir şey gelmiyordu. Ama küçük kardeşi için büyük kardeşin içinde sevgi giderek güçleniyordu.

6
Her gün küçük kardeş için dua ediyor Tanrı'ya yalvarıyordu. Bir gün gece 12’yi geçerken küçük kardeşi eve gelmedi, büyük kardeş gözyaşlarıyla küçük kardeş için dua ediyordu. O zaman birden bire kapı açıldı; küçük kardeş eve geldi. Hali çok kötüydü büyük kardeş korktu. Küçük kardeşin kıyafetleri kan içindeydi ve o titriyordu. Küçük kardeş ben birisini öldürdüm ve şimdi ben ne yapacağım, dedi.

7
O uyuşturucu aldıktan sonra yoldan geçen bir insanı öldürmüştü. Büyük kardeş şok içindeydi ne yapacağını bilemiyordu. Hemen ona kıyafetlerini çıkarmasını ve dolapta sessizce beklemesini söyledi. Büyük kardeş kıyafetlere baktı ve bir an kardeşini hapishanede hayal etti. Buna izin veremezdi, onun çıkardığı kıyafetleri kendisi giyiverdi.
Çok geçmeden komşular merak içinde toplandı ve sen katılsın birisini öldürdün, işte üstündeki de kanıtı dediler.
Ve büyük kardeşi karakola götürdüler.  Orada sorguya çekildi ama cevap bir taneydi: Benim bu günahtan dolayı cezalandırılmam gerekiyordu.

8
Mahkeme sonucunda ölüm cezası aldı. O hapiste sürekli ibadet ediyor; Tanrı'ya şükrediyordu, hapistekiler onun iyi bir insan olduğunu düşünüyor. Kendi aralarında "o iyi bir insan, ne suç işleyebilir ki" diye düşünüyorlardı. Büyük kardeş ölüm cezasının uygulanması öncesi cezaevi müdürünü görmek istedi. Müdür onun son arzusunun kabul etmek niyetindeydi çünkü nasılsa ölecekti. Büyük kardeş, bir mektup yazdığını söyledi. Mektubu müdüre verdi ve ben ölmeden önce bunu açma dedi.

9
Sonunda ölüm cezasının uygulanma zamanı geldi; büyük kardeş bugün Tanrı'ya buluşacağım bundan dolayı çok mutluyum diye düşünüyordu ama küçük kardeşi için endişeleniyordu. Onun hali ne olacaktı?  Kardeşinin Tanrı'ya yakın olmasını istiyordu. Ve sonunda ölüm cezası uygulandı.

10
Müdür büyük kardeşin rica ettiği şeyi düşündü ve mektubun küçük kardeşe verilmesini istedi. Küçük kardeşin evi sanki kimsesiz bir yere dönmüştü bakımsız ve boş duruyordu. Memur eve girmek istedi ama evden cevap yoktu. Küçük kardeş sonunda titreyerek dışarı çıktı korkuyordu ve endişeliydi. Görevli onu görünce halinden korktu ve mektubu atıp kaçtı. Küçük kardeş, polisi görünce korktu "benim yaptığımı anladılar mı acaba?" diye endişeleniyordu. Mektubu gördü onu büyük kardeşi yazmıştı, buna sevindi artık içi rahatladı ve okumaya başladı.

11
Büyük kardeş ona, ben senin kıyafetlerini giydikten sonra artık senin günahını yüklendim, diyordu. Küçük kardeş ise bunu asla kabul edemiyordu. Neden bir insan başkası için kendini feda eder ki, diye düşündü. Dışarı çıktı ne yapacağını bilemiyordu cezaevine gitti ve büyük kardeşin günahsız olduğunu cezaevi müdürüne söyledi, ben yaptım dedi asıl suçlu benim. Müdür ona, sen delirdin mi dedi; artık yapacak bir şey yok.  O öldü ve eğer doğru söylüyorsan günahsız bir insanın ölümüne neden oldun dedi ve onu kovdu. Yapacağım hiçbir şey yoktu. Bu dava artık kapanmıştı.

11
Eve döndü ve büyük kardeşi artık yoktu, onu özlüyor ve çok görmek istiyordu; zaten ondan başka beni seven kimsem yok diye düşünüyordu sonunda onun değerini anlamıştı. Adeta cehenneme düşmüş gibiydi, tüm bu sıkıntılardan ruhsal buhrandan kurtulmanın bir yolu olmalıydı.  Kendi kendine, ben katilim ve cennete gidemem onu artık göremem diye söylendi. Ama Tanrı'ya dua edersem belki bir şeyler değişir diye düşündü. Dua ederek hiçbir şey kaybetmiş olmayacaktı. Sadece bir kez olsun onu görmek ve onun yanında olmak istiyordu. Dua etmeye başladı ve rab ona cevap verdi.

12
O kardeşinin kendisi için kendisini feda etmesiyle çarmıha gerilmenin anlamı konusunda ilk dersi almıştı. Büyük kardeşi ölmüş ama ona yeni bir yaşam kurma fırsatı vermişti. Onun ölümü bir yok oluş değil yeniden dirilmeye sebep olmuştu.
Büyük kardeşin kıyafetlerine baktı ve mektubu tekrar hatırladı ve onu yeniden okumaya başladı. Kardeşi ona, bundan sonra sen benim elbisemi giyip benim gibi yaşamalısın, diyordu

13
Büyük kardeşinin ölümü onun yeniden doğuşunu sağlamıştı, eski kıyafet ve eşyalarını ateşe attı artık yeni biri olmalıydı. Sadece ve sadece büyük kardeşin kıyafetlerini giydi.
O kardeşi gibi davranmaya başladı. Kiliseye gidiyor ibadet ediyordu. Zaten onları tanıyan insanlarda ona büyük kardeşi anlatıyordu ve onlar "sen şimdi abin gibi oldun, o iyi biriydi nasıl masum bir cana kıydı, anlamadık" dediler.
Eski arkadaşlarından biri geldi ve onu içki ve uyuşturucunun olduğu bir partiye davet etti. Bu onun için karanlığa yeniden davet anlamına geldiğinden hemen reddetti, artık onlarla birlikte olmak istemiyordu.

14
Tanrı sevgisine büyük kardeşin küçük kardeşini sevdiği gibi tanrı da bizi seviyor ve bu yüzden tanrı da biricik oğlu İsa Mesih i bize gönderdi o çarmıhta kendini bizim için feda etti.
Tanrı ise bizi sevdiğini şununla kanıtlıyor biz daha günahkârken Mesih bizim için öldü....


Çevirir Yapanlar: 이거창 ve Okan Bozlağan

3 Aralık 2013 Salı

Anadolu ve İran’a Seyahat Josaphat Barbaro Seyahatnamesi Üzerine

 İletişim ve ulaşım teknolojilerinin yeterince gelişmediği dönemlerle seyahatnameler, uzak diyarlar hakkında bilgi veren, zihinlerde fikirler ve imgeler oluşturan başlıca bilgi kaynağı olarak görülmüşlerdir. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden gelen seyyahların, Anadolu başta olmak üzere dünyanın doğusu sayılan yerler hakkındaki anlatımları seyahatnameleri bir yolculuk hikâyesi olmaktan çok, geniş ölçüde, bu bölgelerde yaşayan halkların dilleri, dinleri, devlet idareleri, gelenekleri, günlük yaşamları ve mimarî anlayışları üzerine bilgi veren kaynaklar haline dönüştürmüşlerdir. Ancak zamanla seyahatnameler sadece gezilen görülen yerler hakkında bilgi vermekle kalmamış, o yerlerin ‘nasıl görülmesi’ gerektiği konusunda da hem Batılı hem de Doğulu zihinlerde derin izler bırakacak imgeler oluşturmuş böylece günümüzün Doğu-Batı ilişkilerini ve tarih algısını şekillendirmede rol oynamışlardır. Bu bağlamda Venedikli seyyah Josaphat Barbaro’nun seyahatnamesi, 15. yüzyılda Kırım Tatarları, Anadolu ve İran’a yaptığı yolculuklar geçtiği yollar, kaldığı konaklar ve şehirler hakkında bilgi vererek, görgü tanığı olduğu olayları anlatması bakımından önemlidir. İki bölümden oluşan kitapta, Jasophat Barbaro’nun önce tüccar olarak daha sonra da elçi olarak doğuya yaptığı iki yolculuk yer alır. İlk bölümde, 1436 ile 1452 yılları arasında Karadeniz‘in kuzeyindeki Tatarlar arasına yaptığı yolculuğu anlatmaktadır. İkinci bölümde ise Osmanlı-Venedik rekabetinin hız kazandığı bir dönemde Venedik elçisi sıfatıyla 1474-1478 yılları arasında Anadolu üzerinden İran’a gerçekleştirdiği yolculuk yer alır. Eser, İlk olarak 1543’te İtalya’da yayınlanmış uzun zaman sonra 1873’te İngilizceye ve 1972’de de Farsçaya çevirisi yapılmıştır. Türkçeye ilk çevirisi ise 2005 yılında yapılmıştır.

 Josaphat Barbaro seyahatnamesinin ilk bölümünde Tatarların ve bölgede yaşayan diğer halkların, siyasi, sosyal, askeri, ekonomik ve kültürel özellikleriyle ilgili bilgilere yer verilmektedir. Ardından Tatarların günlük yaşamları, sosyal ve kültürel özellikleri, gelenek ve görenekleriyle ilgili bilgiler yer almaktadır. Bu özelliğiyle eser, dönemin kültür tarihine bir kaynak niteliği taşımaktadır.  Barbaro’nun diplomat ve tüccar olması nedeniyle para, ticaret ve diploması ile ilgili konulara öncelik verdiği görülmektedir. Tatar ülkesinin verimli bir ülke olduğundan ve ülkedeki tarımsal üretimin mahiyetinden bahsedilen bölümde Kırım ve Azak Denizi çevresindeki yerleşimlerle ilgili saptamalarda bulunularak; bu bölgede bulunan Ceneviz kıyı şehirlerinin özelliklerinden ve bölgede yaşayan Cenevizli ve Venedikli tüccarların ticari faaliyetleri ile halkın gündelik yaşamları hakkında da bilgiler verilmektedir. Tatar ülkesindeki halkın dini inançları ile ilgili bilgiler verilerek Tatarların İslamiyet’e geçişiyle ilgili kısa ve özlü bilgilere yer verilmiştir. Ayrıca İslamiyet’in kabulüne rağmen bazı Tatarların hala Şamanizm ile ilgili birtakım gelenek ve inançlarını sürdürdükleri, hatta bunların sayıca çok fazla oldukları bildirilmektedir. Yine bu bölümde Tatar ordusunun faaliyetleri, ordunun sefer halinde nasıl beslendiği, orduda çıkan davaların nasıl çözüme kavuşturulduğu gibi konulardan da bahsedilmektedir. Eserde Tatar ülkesiyle diğer ülkeler arasında yapılan ticaretin mahiyeti hakkında çeşitli bilgiler verilerek; İran ile yapılan hayvan ticaretine, Suriye ile yapılan ipek ticaretinde Astrahan şehrinin stratejik önemine, yine Volga ırmağının Tatar ülkesiyle Moskova arasında yapılan tuz ticaretinde ulaşımın sağlanması açısından nasıl kullanıldığına değinilmektedir. Böylece dönemin ticaret yolları üzerinde fikir sahibi olmamıza yardımcı olmaktadır. Ayrıca bütün Ortaçağ boyunca Çin, Türkistan ve Rusya arasında çok önemli bir ticaret yolu olan Kuzey Kürk Yolu’ndan ve bu yolun Tatar-Rus ticaretindeki önemine vurgu yapılarak kuzeydeki Kazan şehrinden ve bu şehrin o dönemde büyük bir alışveriş merkezi olduğundan söz bahsedilmektedir. Ona göre hiçbir coğrafi bölge birbirinden kopuk izole edilmiş bir halde değildir; aksine çeşitli şekillerde birbirleriyle iletişim halindedir. Dönemin Tatar ülkesindeki iç siyaset hakkında da önemli bilgileri bulabileceğimiz eserde Tatar prensleri arasındaki mücadeleler, ülkedeki siyasi karışıklıklar ve bunların Osmanlı-Tatar ilişkilerine yansımaları ve hatta Osmanlıların bölgede etkin olma çabalarına değinilmektedir. 
Kafkasya coğrafyasından bahsedilen bölümde burada yaşayan Çerkezlerin kökeni, dini inançları ve yaşam biçimleri hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Ayrıca bir diğer Kafkas kavmi olan Gürcülerin coğrafi ve tarımsal uğraşları, yaşam biçimi ve fiziksel özellikleri ile ilgili bilgiler de verilmektedir. Kuzeyde yaşayan Rusların bölgedeki nüfuz mücadelesiyle ilgili bilgilerin bulunduğu eserde Rusların o dönemde Tatar Hanlığına bağlı oldukları ve onlara vergi ödedikleri anlatılmaktadır. Moskova şehrinden ve bu şehirde yaşayan halkın kültürel ve dini özelliklerinden, yiyecek ve içeceklerini nelerden temin ettiklerinden bahsedilmektedir. Ayrıca Moskova’dan sonra yine bir Rus şehri olan Novgorad’ın Moskova Dükü tarafından ele geçirildiği bildirilerek; bu şehrin mevkii, büyüklüğü, şehirde yaşayanların dini inancı ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Jasophat Barbaro, eserinin bu ilk bölümünün sonunda Moskova ve Polonya arasındaki mesafenin ne kadar olduğundan, yolun durumundan ve bu yol üzerindeki şehirlerin çeşitli özelliklerinden bahsetmektedir. Polonya Kralı onun ve ülkesinin dini ile ilgili bilgiler verildiği bölümde, Moskova ile Almanya arasındaki ülkeler tanıtılarak eserin birinci kısmı seyyahın Almanya’ya varmasıyla sona ermektedir. 

Yazar bu bölümde, uzak ülkelerde gelenek ve görenekleri farklı vahşi kavimler ve medeni olmayan insanlar arasında bulunduğundan bahsetmektedir. Doğu’ya dair birçok değerlendirmesinde “biz” ve “öteki” kurgusu yer almaktadır. Ona göre “biz” Batılı, Venedikli, Cenevizli, kentli, okur-yazar, görgülü, yardımsever, düşünceli ve iyi kalplidir. Buna karşılık “öteki” ise tembel, kirli, vahşi ve görgüsüzdür. Ona göre akılsız ve kâfir dinli bir halk eğer Katolik olursa akıl ve adalet onlar arasında hüküm sürebilirdi. Yazar yine bu bölümde Batılı gezginlerin seyahatnamelerinde yer alan “Doğu’nun zenginliği” imgesini toprağın verimli olduğu bire karşılık bin ürünün alınabileceği, en güzel atların burada bulunduğu, tuz gibi o dönemin değerli ürünlerinden bolca bulunduğu gibi anlatımlarıyla pekiştirmektedir.
Seyahatnamenin ikinci bölümü, seyyahın Venedik Cumhuriyeti’nin elçisi olarak Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a gönderilmesi ile Anadolu ve İran’ın o dönemdeki siyasi, sosyal ve ekonomik durumları ile ilgili verdiği bilgilerden oluşmaktadır. İstanbul’un fethi sonrası, Balkanlarda, Anadolu’da ve çevre denizlerde Osmanlı etkinliğinin artırması tarihsel olarak yükselen güçle var olan egemen güçler arasında çatışmaları kaçınılmaz kılmıştır. Yükselen Osmanlı etkisine tepki olarak, Venedik Cumhuriyeti ve Akkoyunlu Devleti arasında ortak düşmanları Osmanlı Devletine karşı siyasi ve askeri ittifak geliştirildiği anlatılmaktadır. Barbaro, Akkoyunlu ülkesine götürülecek askeri mühimmat ve ekipmanın çeşitleri, sayısı, maddi değerinden bahsetmiştir. Ayrıca kaç gemiyle yola çıkıldığı, hangi Avrupa ülkelerinin bu donanmaya ne kadar gemiyle katıldığı ve yanlarındaki askeri birliğin sayısı ve silah donanımını da eserinde bildirmiştir. Yazar, bu gemilerin Anadolu’ya varıncaya kadar Akdeniz’de takip ettikleri seyrüsefer hakkında bilgiler vermiştir. Konvoyda bulunanların Anadolu’ya Karaman ülkesinin güneyindeki Taşeli bölgesinden çıktıklarını onları bu bölgede Karamanoğlu Kasım Beyin karşıladığını belirtir, burada konvoydaki bütün Avrupalıların güçlerini birleştirerek bölgedeki bazı kaleleri ele geçirdiklerinden ve Karamanoğlu Kasım Bey’e teslim ettiklerinden bahsetmektedir. 

Bu bölgenin sahil kesimindeki Silifke ve Tarsus şehirleriyle Çukurova bölgesindeki Adana şehri hakkında bilgilerin bulunduğu eserde, bölgenin coğrafi özellikleri ve bölgede yetiştirilen tarım ürünleri hakkında bilgiler verilmektedir. Yazarın tüccar olması nedeniyle bölgede yetişen ticari değeri olabilecek metalarla ilgilendiği görülmektedir. Aynı zamanda bir diplomat olması da eserde gezdiği yerlerin tarihi, Akkoyunlu başkentine kadar olan şehirler ve oraların yerel hükümdarlarıyla valilerinin kimler olduğuna dair tespitlerini zenginleştirmektedir. Bu bölüm şehircilik tarihi açısından da dikkate değerdir. Eserde yol üzerindeki Urfa, Mardin, Siirt ve Hasankeyf gibi şehirlerin coğrafi, sosyal ve mimari özeliklerinden bahsedilerek bu şehirlerden bazılarının (özellikle Urfa’nın) eski ve yeni durumları hakkında kıyaslamalara gidildiği görülmektedir. Yazar, o dönemin tasavvufi yaşamında önemli bir yer işgal eden, Anadolu ve İran’da geniş bir alanda faaliyet gösteren Kalenderilik ve Kalenderi dervişleriyle ilgili bilgilere de yer verilmiştir. 
Barbaro, Akkoyunlu başkentine vardığında Uzun Hasan’ın sarayının zenginliği, görkemli mimari yapısı ve sarayda hükümdarın huzurunda bulunan Akkoyunlu devlet erkânı ile aynı zamanda bu saraya gelen Hindistan ve diğer doğu hükümdarlarının elçileriyle onların yanlarında getirdiği değerli kumaşlar, mücevherler ve Avrupa’da bulunmayan hayvan türleri hakkında çeşitli bilgiler aktarmaktadır. Bu bölüm yine Batılı zihinlerdeki “Doğu’nun zenginliği” imgesine hitap edecek tarzdadır; sarayda elçiler için yapılan karşılama törenleri, zenginliğin uçsuz bucaksızlığı, verilen yemek ve diğer eğlencelerin mahiyeti Barbaro’yu oldukça etkilemiştir. Burada ayrıca pehlivanların yağlı güreşleri, kurtlarla pehlivanların güreşleri ve ok atıcılığıyla ilgili kültür tarihine yönelik önemli gözlemler sunar.

Uzun Hasan’ın Gürcistan seferine ve isyan eden oğlu Uğurlu Mehmet Bey üzerine yaptığı seferlere katılan seyyah, yapılacak bir askeri sefer için Akkoyunluların ordusunun çıkarabileceği asker sayısı ve bu ordunun sahip olduğu askeri donanım hakkında geniş çaplı bilgiler vermektedir. Ayrıca İsfahan, Yezd, Kaşan, Kum, Şiraz ve Hürmüz gibi şehirlerin çeşitli özellikleri anlatarak bu bölgenin deniz sınırını oluşturan Basra Körfezi ile Hindistan ve Çin’e giden deniz yollarından ve bu yolların deniz ticaretindeki stratejik öneminden bahsetmektedir. Gezgin İran’daki bu yolculuğu esnasında rastladığı antik uygarlıklara ait şehir harabeleri hakkında da bazı bilgiler vermektedir. Eserde İran’ın o devirdeki ekonomik özellikleri ve ülkeler arası ticareti hakkında da önemli bilgiler bulunmaktadır. Mesela Akkoyunluların Tatar ülkesiyle olan at ticaretinden, İran şehirlerinin Türkistan, Hindistan ve Türkiye ile olan ipek ticaretindeki öneminden bahsedilerek; Türkistan’dan Çin’den ve Hindistan’dan Anadolu’ya ulaşımın sağlanmasında bu şehirlerin önemi ve takip edilecek istikametler ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Eserden Anadolu’dan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyada siyasi, ekonomik, kültürel ilişki ağını görmek mümkündür. Yine Şirvan’daki Şemahi, Derbent ve Bakü şehirleri ile daha kuzeydeki Gürcü ve Çerkez ülkelerinin coğrafi özellikleri ve bölge halkının inançlarıyla ilgili bir takım bilgilerin verildiği bu bölümde, bölgedeki Hıristiyanların bazı fanatik Müslümanlar tarafından sürekli saldırıya maruz kaldıkları bildirilmektedir. Seyyah, Akkoyunlu Hanedanına akraba olan Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan bahsettiği kısımda, bu imparatorluğun hanedan ailesinin Akkoyunlular ve Bizans İmparatorluğu ile akrabalık derecesine değinmektedir. Uzun Hasan’ın sonunda Osmanlılara karşı savaşmaya niyetlendiğini gördüğünü ve bu nedenle Akkoyunlu sarayındaki görevini tamamladığını düşünen Venedikli gezgin, Akkoyunlu başkentinden ülkesine dönüş istikameti olarak, ilk başta Kafkaslar ve Tatar ülkesi güzergâhını seçmesine rağmen Tatar Hanlığındaki siyasi karışıklıklar dolayısıyla Akkoyunlu başkentine geri döndüğünü bu sıralarda Uzun Hasan’ın hastalandığını ve çok geçmeden vefat ettiğini anlatmaktadır. Kendisinin de o dönemde nispeten daha güvenli olan Erzincan-Halep istikametinden Beyrut şehrine ulaştığını, oradan da gemiyle Akdeniz üzerinden Venedik’e döndüğünü belirtmektedir. Seyyah, eserinin sonunda Tatar ve Akkoyunlu ülkesine yaptığı seyahatler sonucu Türkler, Türk ülkeleri ve Doğu uygarlığı hakkındaki edindiği izlenimlerini ve kişisel değerlendirmelerini aktararak seyahatnamesini sonlandırmaktadır.

 Venedikli zadegân bir aileye mensup tüccar ve diplomat Josephat Barbaro’nun bu seyahatnamesi para, ticaret ve diploması ile ilgili konulara öncelik vererek, yol güzergâhlarını, gördüğü belirli olaylara ayrıntılarıyla eğilip, toplum yapısı, gelenekler ve kurumlar hakkında bilgi veren bir serüven kitabı niteliğindedir. Ayrıca bu seyahatname, o dönemde ve o bölgede yaşayan toplumların, toplulukların çeşitli açılardan görünümünü vermesi açısından da önemlidir. O dönemde Osmanlı etkisine karşı Venedik ile Osmanlıların Anadolu’daki rakibi olan Karamanoğulları ve Akkoyunlu Devletleri işbirliğiyle gelişen olaylar Barbaro’yu İran’a kadar sürüklemiştir. Genel olarak bakıldığında seyahatnameler, bir yabancı gözlemcinin bir ülkede gördüğü olayları ve izlenimlerini anlatan, resmî niteliği sorgulanmaya açık eserler olarak değerlendirilirler. Ancak, seyahatnamenin başka kaynaklardan derleme ve kopya değil, bizzat yazarının gözlemlerine dayanması yine yazarının kişiliği, gözlem gücü, bölge diline ve kültürüne yakınlığı, saray çevresiyle ilişkisinin seyahatnamenin niteliğine doğrudan etki ettiği görülmektedir. Özellikle XV. yüzyıldan itibaren Osmanlıların, Avrupa'nın siyaset ve politika hayatında yer almaya başlamasıyla, özellikle Anadolu ve çevre coğrafyalarda neler olup bittiğini anlamak açısından bu seyahatnamenin rehberliği önemli sayılmaktadır.