24 Eylül 2013 Salı

Suriye Sorununun Perde Arkası Doğu Akdeniz Satrançı

 Suriye, Doğu Akdeniz'de uzun bir kıyı şeridine sahip olmamakla birlikte ki Hatay şehrinin Türkiye'ye katılması bunu engellemektedir. Bölgede Batı karşıtı ittifakın bir uzantısı olması kimliğiyle önemli bir konuma sahiptir. Suriye'deki istikrarsızlık Türkiye-Irak ve özellikle de Lübnan'da ciddi sıkıntılara yol açabilir. Yaklaşık 3 yıldır iç savaşla boğuşan Suriye’nin krize girmeden önce güçlü ilişkiler kurduğu Türkiye gibi enerjide kavşak noktası haline gelmek için Irak ve İran petrolünün Doğu Akdeniz'e taşınması açısından alternatif bir güzergah olarak sivrildiği söylenebilir. Özellikle İran'ın Suriye ile stratejik ilişkileri bu ülke üzerinden Lübnan'da Hizbullah ve bölgedeki diğer Şii grupları örgütlemesi Tahran’ın “Dostluk Boru Hattı” adını verdiği İran-Irak-Suriye doğalgaz boru hattı projesi ile bölgedeki etkisini güçlendirmeye çalışması  bölgedeki Şii etkisine karşı Sunni tepkinin gelişmesini doğurmuştur. Özellikle Suudi Arabistan ve Türkiye ile Körfez Ülkeleri İran'ın etkisinden çekinmektedirler. 
Yeni Doğal Gaz Sahaları ve Doğu Akdeniz Satrançı
 İran'ın bölgedeki etkisini güçlendirecek 10 milyar dolarlık proje ülkenin Güney Pars bölgesinden çıkarılan doğal gazın Irak ve Suriye üzerinden taşınmasını öngörüyor. 6 bin kilometre uzunluğuyla Ortadoğu’nun en uzun iletim kanalı olması hesaplanan hattın yıllık kapasitesi 40 milyar metreküp gibi yüksek bir miktar olması bekleniyor ki yıllık doğal gaz tüketimi 45 milyar metreküp civarında olan Türkiye'nin aldığı gazı taşıyan “Mavi Akım”ın yıllık kapasitesi ise 16 milyar metreküp civarında olduğu projenin büyüklüğü tahayyül edilebilir.
Ortadoğu Dünya'nın En Karmaşık Bölgesi
 Üç ülkenin iki yıl önce imzaladığı anlaşmayla İran doğal gazının hangi güzergahtan ve tam olarak nereye taşınacağı soru işareti olsa da Avrupa’ya gaz satması siyasi ilişkiler bağlamında olası görünmüyor. Suriye'de iç savaşın başlamasından birkaç ay önce İsrail Akdeniz’deki Leviathan bölgesinde son derece zengin doğal gaz yatakları buldu. İsrail'in Samsun-Ceyhan-Hayfa ile eklemlenerek Hindistan'a ve Çin'e petrol satmak istediğini biliyoruz. Zaten İsrail ile Hindistan'ın yakın ilişkileri bulunmakta ve İsrail geleceğini güvence altına almak için de enerji koridorlarında söz sahibi olmak istiyor. Çünkü İsrail'e gelecek zarar petrol fiyatlarını artıracağından bu başlıca petrol tüketicisi ülkelerin hiç hoşuna gitmeyecektir. İsrail, Doğu Akdeniz'de çıkaracağı doğal gaz ile ilk defa "geçiş ülkesi" değil "kaynak ülke" olma şansı yakaladı. Doğu Akdeniz'de Leviathan bölgesinde, 16 trilyon metreküplük, yani yaklaşık 100 milyar dolarlık doğal gaz rezervi bulunduğu hesaplanıyor. Kritik soru şu: İsrail bu gazı nereye satacak ve nereden geçirerek satacak, karadan mı, yani Lübnan-Suriye-Türkiye üzerinden mi, yoksa Akdeniz'e döşenecek boru hatlarıyla mı dış pazarlara ulaştıracak?
Turcas ve Zorlu'nun denize boru hattı döşenerek gazın Mersin’e getirilmesini İsrail tarafına önerdiğini biliniyor. ABD'de yayımlanan Washington Post Gazetesine konuşan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün İsrail'le ilişkilerin yoluna girdiğini söylemesi de önemli bir mesaj kabul edilebilir. Kaldı ki Türkiye bölgede enerji "geçiş ülkesi" konumunu pekiştirmek istiyorsa İsrail ile gereksiz restleşmeyi ve böylece Arap sokağında popüler olma hevesini bırakmalıdır. İsrail’in ise Türkiye ile ilişkilerin düzelmesiyle  gazı Akdeniz’den denizin altından daha masraflı ve uzun sürecek bir projeyle taşımak  yerine karadan taşıma seçeneğini değerlendirdiği biliniyor. Doğal olarak da Suriye istikrarsız hele ki Radikal İslamcı çeteler etkinken İsrail'in gazı Esad’ın yönetimde olduğu Suriye topraklarından taşınması hiç mümkün görünmüyor.
Ancak Suriye'de Batı yanlısı bir rejim kurulması durumunda taşlar yeniden şekillenebilir hem Türkiye hem de İsrail ile iyi geçinen bir rejim İran'ın bölgede yalnız kalmasına yol açacağı ve bölgedeki Şii etkisini kıracağından İran için felaket senaryosu olarak algılanabilir. İran'ın köşeye sıkışması onu dizlerinin üzerine çökertmez bu onun daha da saldırganlaşmasına neden olabilir. Tıpkı köşeye sıkışan bir kedi gibi. Bu nedenle İran'ın her durumda hesaba katılması gerekmektedir. Bu Irak'taki istikrar için ve Afganistan için de önemlidir. Ancak İran'daki bir karışıklık ise bu ülke Türkiye'nin bölgesel iddialarını dengelediğinden Türkiye'yi zaman zaman gördüğü "Osmanlı rüyası"na yönledirecek ve Suudi Arabistan ve İsrail gibi ülkeler bundan hiç hoşlanmayacaklardır. Suriye'deki olayların Arap Baharı'nın etkisiyle başladığı bir gerçekken zamanla iç savaşa dönüşerek bambaşka bir boyut kazandığı da görülmektedir. Gelecek dönemi Suriye'de yaşananlar şekillendirecek ve enerji koridorları da buna göre belirlenecektir.

21 Eylül 2013 Cumartesi

Avrupa'dan Akdeniz'e Güç Değişiminin İzleği ve Suriye Meselesi

Avrupa Tarihinde Kilometre Taşları

Avrupa tarihi temelde "devlet" denilen aygıtın nasıl şekillendiğini de anlatan mükemmel bir örnektir. Modern Devlet sisteminin ortaya çıkışı Yunan şehir devleti "polis" lerden başlayarak Akdeniz ve çevre coğrafyalara hakim olan Roma İmparatorluğu ile şekillenmeye başlayan hukuk anlayışı, Ortaçağ'da Hıristiyanlığın güçlenmesi ve Kilisenin oynadığı rolle şekillenen Avrupa coğrafyası ardından Kilise'nin etkisinin İtalya'da gösteren Rönesans ve Almanya'da güçlenen Reform hareketleriyle zayıflamaya başlaması ve Richelieu ile Büyük Frederick'in temellerini attıkları modern merkezi devlet anlayışı tüm bunlara ek olarak, Fransız İhtilali ardından başlayan ve Avrupa'yı kasıp kavuran Miliyetçilik hareketleri ve I.Dünya Savaşı'nı getiren olaylar dizisi ve bu savaş sonrası yenilenleri dizlerinin üzerinde yalvarmak zorunda bırakan ve II. Dünya Savaşı'na yol açan anlaşmalar işte tüm bu yüzyıllar boyunca Avrupa tarihinde yaşanan gelişmeler batı-dışı toplumları yakından ilgilendirdi ve insanların hayatına  "modernleşme" kavramını soktu; ancak Avrupa'nın 20.yy'ı özellikle Soğuk Savaş sonrası "küreselleşme" kavramı güç kazandı ve 2008 krizine kadar tartışıldı; 2008 krizi özellikle ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde ekonomik yavaşlama, emlak ve borç krizlerini tetikleyince Amerikan stratejistlerinin ortaya attığı "Yeni Amerikan Yüzyılı" kavramı rafa kaldırıldı çünkü artık Amerikan liderliği Irak ve Afganistan gibi gerekli olmayan iki savaşla yeterince yıprandığı için ABD'nin Küresel hakimiyeti zarar gördü ama bu ülke uzun yıllar daha Küresel liderliğini sürdürmeye devam etmektedir. Ancak ülkeler arasındaki ekonomik ilişkiler geliştikçe yeni pazarlar gelişmiş ekonomilerin hizmetine sunuldukça bölgesel güç potansiyeli bulunan devletler ortaya çıkarak ABD'nin azalan etkisini dengelemektedirler ancak burada asıl sorun Brezilya, Türkiye, Güney Afrika, Vietnam, Meksika ya da diğer devletlerin kendi bencil çıkarlarını güderek bölgesel sorunların çözümüne yardımcı olmaktan çok onları daha da karmaşık hale getirebilecekleri gerçeğidir. Akdeniz'in doğusunda yaşanan Suriye krizi ve Türkiye gibi aktörlerin krize katkısı bunu açıkça göstermektedir. Türkiye ve Suudi Arabistan, Suriye'de karışıklıkların çıkmasından hemen sonra İran'ın bölgedeki etkisinin onun en sadık müttefiki olan Suriye rejiminin alt edilmesiyle azalacağı gerçeğiyle ellerini ovuşturulmaya başladılar. Bu perde arkasında ABD ve İsrail'in de çıkarlarına hizmet etmekle birlikte Rusya ve Çin gibi aktörlere de açık bir meydan okumaydı. 

Suriye Arenasında Hizipler 

Sonunda Suriye komşu ülkelerden bölgesel güçlere ve oradan da küresel güçlere bir çok aktörün hesaplaştığı bir arenaya dönüştü. Zaten artık gelişmiş ülkeler doğrudan birbirleriyle mücadele etmeyi göze alamadıklarından bağımlı aktörler aracılığıyla mücadele etmeye çalışmaktadırlar. Bu karşılıklı bağımlılığın uluslararası ilişkilere etkisinin somut bir örneğidir. Çünkü ne Çin ne de Rusya, ABD ile ilişkilerinin bozulmasını göze alamamakta ayrıca Akdeniz'deki etkilerinin kaybolmasını da istememektedirler. Bugün Akdeniz, yeniden önem kazanmıştır. Hiçbir ülke, benim Akdeniz'de yaşanan bir meseleyle ilgilenmem benim çıkarlarıma ne yarar getirir diye kendisine soramaz. Dünya ticaretinin önemli bir kısmı yine tüketici ve üretici ülkelerin önemli bir kısmı da Akdeniz'de bulunmaktadır.  Akdeniz bir iç deniz olarak diğer tüm iç denizlerle karşılaştırıldığında benzersiz bir konuma sahiptir. Suriye'nin düşüşü İran'ı bölgede yalnız bırakacağı gibi Rusya'nın Tartus gibi stratejik bir üssü kaybetmesine neden olacaktır. Bu Rusya'nın Büyük Petro'dan beri var olmak istediği Akdeniz'den kovulması demektir ki, bunu Ruslar asla kabul etmeyecektir. Rusya'nın Rumlara yaptığı kredi önerisinde temel maddelerden biri de deniz üssü isteğiydi ancak Rumlar egemenlik kaygısıyla bunu reddettiler. Yani Rusya, Rumlardan deniz üssü kullanma hakkı alsaydı Suriye konusundaki ısrarını sürdürür müydü? sorusu burada önem kazanıyor ama sürdürmezdi cevabı yerinde görünüyor çünkü Rusya, Akdeniz'de var olmak isterken etnik ve mezhepsel kavgaların içerinde kendisini bir taraf olarak konumlandırmak istemeyecektir.  Çünkü bu onun uzun vadeli bölgesel çıkarlarına aykırı olduğu gibi Rusya'da yaşayan 30 milyon gibi yüksek sayıdaki müslüman nüfusa da olumsuz mesaj vermektedir. Ayrıca Suriye'nin düşmesi Çin'in Akdeniz'de özellikle Yunan limanlarını satın alıp antrepo olarak kullanması ve Arnavutluk gibi ülkelerle kurduğu özel ilişkiler dahası ticaret yolları bağlamında hayati derecede önem verdiği bir bölgede etkisinin kaybolması demektir ki Çinli politikacılar bunu kabus olarak görüyor olabilirler. 

19 Eylül 2013 Perşembe

Osmanlıların askeri tarihinde "geri kalmışlık" ve "ilerleme" üzerine


Özelde Osmanlı tarihi genelde ise Dünya tarihi değerlendirildiğinde "ilerleme" ve "geri kalma" meseleleri hep tartışıla gelmektedir. Bazı tarihçiler batı-dışı toplumların, batı askerî teknolojisini ne ölçüde alırlarsa alsınlar, kültürel ve sosyal altyapılarının uyumsuzluğu yüzünden bu teknik yeniliklerin doğasını kavramayı başarıp askerî sahada doktrinsel ve stratejik bir dönüşümü sağlayamayacaklarını söylemişlerdir. 

16.yy sonu Osmanlı topu
Bazıları ise batı tarzı ordular kurulabilmesi için batılı değer ve kurumların ithalinin şart olduğunu kabul etse de, özellikle Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşanan modernleşme çabalarını  samimi bulur ama batı-dışı toplumlarla batı arasında makasın ne zaman açıldığını görmemiz bu tartışmaları daha anlamlı kılacaktır. Osmanlılar özelinde 18.yy'ın sonunda kadar arada ciddi bir fark olmadığı görülmektedir. Yani bizim 1578 de Sokullu'nun ölümü ile başlattığımız "duraklama" dediğimiz dönemde gerçek anlamda bir "duraklama" dönemi sayılmayacağı gibi tarihe "ilerlemeci" anlayışın gözünden bakmak da meseleyi tam anlamıyla kavramamıza yardımcı olmamaktadır. Üstelik Osmanlılara rakip olmuş devletlerin tamamı er ya da geç ya tarih sahnesinden silinmiş ya da çeşitli formlarla varlıklarını sürdürmek durumunda kalmışlardır. Bu nedenle öncelikle yapılacak şey devletlerin dünyanın sonunda kadar yaşayabileceği fikrini akıllardan çıkarmak olmalıdır. Osmanlıların yeni teknolojileri takip etmediği bu nedenle geri kaldığı fikri artık aşınmakta olan ön yargılar hanesine yazılmalıdır. Bugün yaşlı kuşaklar hala Osmanlı'nın tüfek yapamadığını zannetmektedir üstelik geri kalmanın referansını da dini taassuba ya da padişahların zevk ve sefa içerisinde yüzerken memleket meselelerine ilgisiz olmalarına yormuşlardır.
Estergon Kuşatması 1543
Ancak Osmanlı sultanları, en başından beri, batı teknolojisini imparatorluğa çekebilmek adına yabancı uzmanlar istihdam etmeye razı olmuşlardı. Bu maksatla, Osmanlı sarayında hizmet eden tâ’ife-i efrenciyân adı verilen bir grup bile mevcuttu. Osmanlı idarî ve iktisadî yapısı, kendine mahsus bilimsel icatlar ve yenilikler ortaya koyabilme yeteneğinden yoksun olsa bile; Osmanlı hazinesinden geçimini sağlayan “Frenk”ler, batı teknolojisini yakından takip edip Osmanlı sınırları içinde yeniden üretme işini nispeten iyi beceriyorlardı.
Üstelik Osmanlıların batıdaki teknolojileri değişimlerini özellikle askeri alanda takip ettiklerini bilmekle beraber bunları Babürlüler ile Ming gibi Asyalı devletlerle paylaştığı da bilinmektedir. Hindistan'da "Rumi" adıyla bilinen Türk tüfekçiler bulunmakta ve Japon istilasına karşı Ming, Osmanlılardan transfer ettiği tüfek teknolojisiyle mücadele etmiştir. 

Rodos'un Fethi 1522
Osmanlı askerî örneği, 16. yüzyılın sonlarına değin Rusya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde taklit edilen bir asker toplama ve kaynak yaratma modeli olmuştu. Bu tarihten itibaren Osmanlılar ve Ruslar, batı ve kuzeyden gelen orduların yarattığı baskılarla baş etmek zorunda kaldılar. Bu noktada iki devlet, iki farklı yol tercih ederek iki farklı sonuca ulaştı. Rusya, bilhassa I. Petro’nun önderliğinde, 18. yüzyılda her türlü acı toplumsal bedeli ödemek pahasına otokratik bir askeri yönetime geçerek hızlı ve istikrarlı bir modernleşme sürecine girmişti. Öte taraftan Osmanlı hükümdarları, hanedanın gücünü yeniden ortaya koymak ve mutlakıyetçi bir yönetime geçebilmek uğruna giriştikleri her teşebbüste, yeniçeri ve ulemanın da içinde bulunduğu seçkinler muhalefeti tarafından durduruldu.
Osmanlı merkezî idaresi, 18. yüzyılda, Rus hükümetinin cepheye sürebildiği büyüklükteki orduları tek başına toplayıp donatabilme gücünü yitirmişti ve siyasî iktidarını asker celbinde kendisine yardımcı olan mahallî ayanlarla paylaşmaya gönülsüzce rıza göstermişti. En nihayetinde, Ivan Peresvetov, 16. yüzyılda, hükümdarı IV. Ivan’a (Korkunç İvan) Osmanlı sultanı II. Mehmed’i örnek alınacak bir model olarak takdim ederken, 1732’de I. Mahmud’a askeri ıslahatlar hakkındaki fikirlerini sunan İbrahim Müteferrika, bu kez Büyük Petro’nun reformlarının esas alınmasını salık veriyordu.

Mohaç Savaşı 1526
Halil İnalcık’a göre tüm bu yapının değişmesi Osmanlılarda askeri 1593–1606 savaşları sırasında gerçekleşir, Macaristan cephesinde yeni tarzda teşkil edilmiş olan Alman tüfekçi piyade birlikleri karşısında sıkıntı çeken Osmanlı ordu yönetimi, çareyi vasıfsız gençleri tüfekçi olarak orduya yazmakta bulmuştu. Bu amaçla İstanbul’dan yollanan kapıkulu mensupları, ellerindeki fermanlara dayanarak reaya arasından sekban bölükleri oluşturmaya başlamışlardı. Bu sekban birlikleri, Osmanlı başkentindeki yeniçeri bölükleri model alınarak, bir bölükbaşının komutası altında yaklaşık elli “yoldaş” tan mürekkep şekilde tanzim edilmişlerdi. Sonuçta iş gücünün kırsal alanlardan çekilmesiyle ziraî üretim gerilediğinden geleneksel Osmanlı düzeni çatırdamaya başlamıştı. İnalcık’ın bu tespitiyle, tam da askerî devrim kuramının taraftarları gibi denklemi baş aşağı çevirip, yoksullaşan köy nüfusunun yurtlarını terk etmediklerini, asker olmak için yerini yurdunu terk edenlerin, uzun vadede sebep oldukları iktisadî karmaşa yüzünden Osmanlı köyünü fakirleştirdiğini iddia eder. 16. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, durmaksızın artan sayıda reaya kökenli vasıfsız gencin Osmanlı askerî teşkilatında kendilerine yer buldukları açıktır. Fakat bu gelişmeyi, batı cephesinde yaşanan teknolojik değişimlerle ilişkilendirme gereği yoktur. 

Osmanlı askerî teşkilatı, teknoloji üretimi, kaynak yönetimi ve ordu mobilizasyonu gibi hususlarda batılı rakipleriyle aynı çetin dünyanın aslî bir parçasıydı. Dahası, Osmanlı yönetim becerisinin, en azından 17. yüzyılın sonlarına kadar Osmanlı ordularına sahada nispî bir lojistik ve iaşe üstünlüğü sağladığından bahsedilebilirdi. Keza Osmanlı ordusunun etkin muharebe gücünün, yüce idealler uğruna savaşan ve dinî bir fanatizmle hareket eden savaşçılardan kaynaklandığı klişesi neredeyse bütünüyle terk edilmek üzeredir. Bunun yerine, Osmanlı sefer ordularının saha performansını değerlendirmede, askerî birliklerin sultan veya serdarla kurduğu kolektif ilişki, cephede motivasyonu yüksek tutmaya yarayan ödüllendirme yöntemleri, bedenî cezalar ihtiva eden disiplin uygulamaları ve Osmanlı merkeziyetçiliğinin bir tezahürü olarak ortaya çıkan düzenli birliklerde geçerli yoldaşlık duygusu ikame edilmeye başlanmıştır. Osmanlı silah sanayi üzerine yapılan incelemeler, Osmanlı yönetiminin, erken modern dönemde, daha önceden farz edilen bağımlılık ilişkisinin aksine, yeterli sayı ve evsafta silah ve mühimmatı kendi başına imal edebildiğini göstermiştir.

Bir Osmanlı tüfeği 16.yy
Macaristan imparatorluk güçlerinin başında bulunan Lazarus von Schwendi’nin Osmanlı tabur sistemini kendi birliklerine uygulatmaya çalışmasına bakılırsa, Osmanlılar, temas halinde bulundukları askerî yapıları olduğu gibi taklit etmekle yetinmeyip taktiksel formasyonlarını geliştirmek için yenilikçi adımlar da atıyorlardı. Keza 1664 St. Gotthard muharebesinde, ortadaki hareketli kaide sayesinde her yöne nişan almayı sağlayan dört tekerli Osmanlı top arabaları Fransızların dikkatini çekmişti.
Osmanlıların sahra topçuluğunun kıymetini takdir edemeyip saplantılı bir şekilde “dev top” lar üretmeye devam ettikleri yönündeki şarkiyatçı yargının yıkılmasına önemli katkı sağlamıştır. Osmanlıların, en azından 18. yüzyılın ortasına değin, top kalibrelerini standartlaştırma hususunda pek girişken oldukları söylenemezdi; ama İspanya ve Venedik gibi geleneksel Akdenizli güçlerin ortak derdi olan bu yetersizlik, Osmanlı toplarını batılı emsalleriyle bir arada değerlendirmenin önünde engel değildi. Osmanlı ordularının tek seçeneğinin bozkır savaş̧ usullerinden türetilen geleneksel hilal formasyonları olmadığı, bu donemde yaşanan her savaşın esnek taktiksel tercihlerden kaynaklanan kendine özgü̈ bir hikâyesi olduğu teslim edilebilir.





18 Eylül 2013 Çarşamba

Osmanlı Stratejik İdaresinin Doğası Üzerine


İmparatorluklar yayılmacı egemenlik sisteminde kilit ya da kritik alanların, İstanbul ile Çanakkale Boğazları, Cebelitarık ya da Suveyş Kanalları veya Singapur gibi hayati coğrafi noktaların planlı olarak ele geçirilmesi ve muhafazası yoluyla kurulmuştur. Jeopolitik analizciler kara gücünün deniz gücünden daha önemli olup olmadığını ve üstünlük sağlamak için nerelerde hâkimiyet kurmak gerektiğini tartışa gelmektedirler. Ancak Osmanlı tarihine bakıldığında, Osmanlı yayılmacı jeostratejisinin temelinde:
1-Kendisine karşı gelişecek gizli ya da açık ittifakları önlemek (Haçlılar gibi…)
2-Güdümlü devlet ve bağlı bölgelerin güvenlik açısından bağımlılıklarını devam ettirmek (Kırım, Eflak, Boğdan gibi...)
3-Tebaları itaatkâr kılmak koruma altında tutmak ve mezhebi akımların güçlenmesi önlemek (Safevi etkisindeki Şiiliğin Anadolu’da güçlenmesi örneğindeki gibi…)

Zigetvar Kuşatması 1566
Bu üç temel üzerine kurulan Osmanlı siyasetinin karar alma mekanizmalarının da neye göre şekillendiği hala tartışma konusudur. Osmanlılar bir sefer için kararı nasıl veriyorlardı? Bir Osmanlı ticaret gemisinin ele geçirilip yağmalanması mı yoksa elçinin geciktirdiği hediyeler mi? Osmanlıların öfkesini çekiyordu yoksa gücünü tartıyor çıkarlarını hesaplıyor ve Akdeniz'deki Katolik ittifakına meydan okumak ve ticaret yollarını korumak için mi politikalar belirleniyordu. Şüphesiz ki Osmanlı fetihlerinin temel motivasyonlarından biri de İslam topraklarını ele geçirerek onları birleştirmek üzerine kuruluydu. Ancak İslam topraklarında meşruiyet sağlamanın ve prestijin de temel motivasyonu İslam’ın buyruklarına uygun olarak Hristiyanlarla savaşmak ve zafer kazanmaktı.
Preveze Deniz Savaşı 1538

Özellikle 16.yy’da uluslararası alanda artan ekonomik bağımlılık, ekonomik şantajın askeri kullanımını daha az gerekli kılmaktaydı. Böylece yine bu yüzyılda manevra, diplomasi, koalisyon kurma, ortak-seçim ve siyasi becerilerin temkinli konuşlanması, Akdeniz satranç tahtasında jeostratejik gücün başarıyla uygulanmasının temel bileşenleri haline gelmişti. Söylentilere göre bir zamanlar Napolyon, bir ulusun coğrafyasını bilmenin onun dış politikasını da bilmek olduğunu söylemiştir. Ancak siyasi coğrafyanın önemini kavrayışımız iktidarın yeni gerçeklerine uyarlanmalıdır. Bir devletin askeri, ekonomik ve siyasi gücü ne kadar büyükse, bu devletin önemi jeopolitik çıkarlarının, etkisinin ve katılımının, sınır komşularının ötesindeki çapı da o kadar büyüktür.
Donald Puchala’ya göre:  "İmparatorluklar doğaları gereği siyasi olarak istikrarsızdır; çünkü bağımlı birimler her zaman daima daha fazla bağımsızlığı tercih eder ve bu tür birimlerdeki muhalif seçkinler fırsat yakaladıklarında daha fazla bağımsızlık kazanmak için harekete geçer. Bu anlamda imparatorluklar çökmez daha ziyade dağılırlar. Bu bazen olağanüstü şekilde hızlı olursa da genelde çok yavaş olur."[1] Öncelikle ekonomik zayıflama siyasi otoritede bir moral bozukluğuna yok açıyor. Daha sonra devletin çarklarını döndüren tüm mekanizmalar yavaş yavaş eski işlevlerinden sıyrılarak yeni konumlarına yönelir ve bu yeni sistemde artık yerleri kalmayanlar sistemden tasfiye ediliyordu. Bu olaylar değerlendirildiğinde ve stratejiler göz önüne alındığında 17. ve 18. Yüzyıl dönemine yapılan "Duraklama" isimlendirmesi hatta "Kriz ve Değişim" tabiri bile yetersiz kalmaktadır. "Duraklama" tabiri ilerlemeci tarih anlayışının bir uzantısı görülmekle birlikte "Kriz ve Değişim" tabiri de “kriz” in olmadığı bir dönem olmadığından ve “değişim” ya da zaman zaman kullanılan “dönüşüm” ifadesi de muğlak bir ifade olduğu gerçeğinden hareketle yetersiz bir ifade olarak durmaktadır.  

Ancak İbn Haldun’un etkisiyle özellikle Katip Çelebi’de görülen organizmacı devlet anlayışı yani devletlerin tıpkı insanlar gibi doğup, büyüdüğü ve yaşlandığı ve en sonunda öldüğü görüşünden hareketle her ne kadar devleti yönetenlerde devletin ebedi olarak yaşayacağı fikri hâkim olsa da bunun pratikte pek te mümkün olmadığı bilinmekteydi. Geniş coğrafyaları kontrol eden bölgesel güç olan ve Hint Okyanusu’na donanma göndererek küresel bazda hamleler yapabilen bir imparatorluk eninde sonunda bir meydan okumayla karşılaşacaktır ve ulusal azamet, ideolojik tatmin,  dinsel kurtarıcılık ya da ekonomik büyüme arayışı sebebiyle bazı devletler bölgesel egemenlik ya da küresel itibar peşinde koşarak onun etkisini zayıflatacak “dağılma” sürecinde rol oynayacaklardır. Dahası Osmanlıların Akdeniz sahnesine çıkışları da o zaman etkin güç olan Ceneviz’i Doğu Akdeniz’den çıkarmış Venedik ise “adalar sistemi” sayesinde etkinliğini sürdürüş ve 17. yy da Venedik eski görkemli günlerin anılarıyla dinlenen sınırlı bir jeopolitik oyuncuya dönüşmüştü. 19.yy’da ise Rusya’nın sahneye çıkışı Osmanlılar için benzer sonuçlar doğurmuştu. Dünya tarihine baktığımızda devletlerin hırslarını iddialarını ve meşruiyet kaynaklarını anlamak gerekmektedir. Robert Browning: "... bir insan elindekilerden daha fazlasını kavrayabilmelidir, öyle olmasa cennet ne içindir?" deyişiyle devletleri insanlara benzeten bu hırsı destekler.




[1] Donald Puchala “The History of the Future International Relations" Ethics and International Affairs 8(1994): 183

17 Eylül 2013 Salı

16. Yüzyıl Boyunca Akdeniz Coğrafyası

1500 yılında Akdeniz Coğrafyasında siyasi durum, Doğu Akdeniz'de Osmanlılar, Memlük ve Venedik etkin bir güç olarak görünmektedir. Orta Akdeniz'in durumu ise daha çok İtalya'nın siyasi durumuna bağlı bulunmakta ve Batı Akdeniz'de ise Kuzey Afrika ile İber Yarımadasında bir çekişme görülmektedir Cebelitarık gibi kritik bir boğaz Portekiz kontrolünde ve Fas, Kuzey ve Güneyle İspanyol ve Portekizliler tarafından tehdit altında tutulmaktadır.


1510 yılında ise Akdeniz'in Orta ve Batısında İspanyol etkisinin giderek arttığını görmekteyiz. Doğu Akdeniz'de Osmanlıların hakim olduğu Anadolu'da bir isyan mevcut ve burada Memlük ve Venedik ile Osmanlılar arasında bir denge hakim Venedik stratejik Kıbrıs ve Girit gibi adalara sahip bunun dışında Anadolu'ya çok yakın Rodos adası Şövalyelerin elinde bulunuyor. Orta Akdeniz'de özellikle Güney İtalya'ya Aragon Krallığı hakim bu temelde bir İspanyol etkisini gösterir ve İspanyolların etkisi Kuzey Afrika'da giderek artmış Trablus denilen bölge İspanyolların elinde. Bunun yanı sıra Batı Afrika'da da Fas gerilemesi sürüyor Fas'ın Atlantik Okyanusundaki kıyıları Okyanuslara açılma peşindeki İspanyol ve Portekizlilere üs olmuş durumda. Kuzey Afrika'da Cezayir'de bir İspanyol hakimiyeti de mevcut. Bu dönemde Fransa'nın henüz bir aktör olarak Akdeniz sahnesine çıkmadığını söylemeliyiz.


1520 yılında İber yarım adasında siyasi bütünlüğün sağlandığı, İspanyol egemenliğinde bulunan Cezayir'in bir parçasının da Osmanlı hakimiyetine girdiğini görmekteyiz. Buradan anlaşılmaktadır ki Osmanlı etkisi Batı Akdeniz'e kadar uzanmaktadır ve Katolik ülkelerin ittifakına karşı Osmanlılar Afrikalı Müslüman müttefikleriyle işbirliği yapmaktadırlar. Doğu Akdeniz'de ise Osmanlı hakimiyeti 1510 yılı haritasıyla karşılaştırıldığında Memluk topraklarının katılmasıyla güçlenmiştir. 


1530 yılı haritasında ise Doğu Akdeniz'de Rodos adasının Osmanlı hakimiyetine girdiğini buna karşılık Orta Akdeniz'de İspanyolların kontrolünde bulunan Trablus ve Malta adasının Şövalyelere verildiğini görmekteyiz. Venedik'in Akdeniz'de bulunan stratejik adalarında bir el değiştirme görülmemekle birlikte Kuzey Afrika'nın İspanyol ve Osmanlılar arasında güç mücadelesine sahne olduğu sürekli el değiştirmelerle görülmektedir. Ayrıca Balkanlardaki Osmanlı genişlemesinin Macaristan'ın Adriyatik Denizindeki topraklarını kendi bünyesine katmasından dolayı bu bölgedeki Osmanlı etkisinin arttığını görmekteyiz.


1540 yılında Kuzey Afrika'daki güç mücadelesi sürmekte ve Cerbe adası ve ardındaki bölge İspanyol hakimiyeti görülmektedir. Cezayir üzerindeki mücadelenin Orta Akdeniz'in kilidi sayılabilecek bu bölgeye taşınmıştır. Dalmaçya Kıyılarındaki Venedik hakimiyetinde olan bölgenin de Osmanlı hakimiyetine geçtiği görülmektedir.


1550 haritasında  Batı Afrika'da Portekiz egemenliğinde bulunan bölgenin Fas'ın eline geçtiği görülmektedir. Kuzey Afrika'da özellikle Cezayir-Mısır ekseninde herhangi bir el değişikliği görülmemektedir. Bunun yanında Mısır'ın güney bölgelerinde Memluklülere ait olan yerler Osmanlı hakimiyetine girmiş görülmektedir. Bu Mısır'daki Osmanlı egemenliğini pekiştirici bir unsur olarak kabul edilebilir.


1560 haritasında değişiklikler yine Batı ve Orta Akdeniz'de yoğunlaşmıştır. Fas'ın egemenliğini Afrika içlerine kadar yaydığı görülmekte ve Şövalyelere ait Trablus bölgesinin Osmanlı hakimiyetine geçtiği görülmektedir. İspanyollar öncülüğündeki Katolik ve Osmanlılar öncülüğündeki Müslüman cephesi arasında Akdeniz'de yaşanan rekabetin sürdüğü ve Kuzey Afrika'nın bu mücadelenin bir arenası olduğu bir gerçektir.


1570 yılında 1560 yılı haritasından farklı olarak hiçbir değişiklik göze çarpmamaktadır. 


1580 yılı haritasında Doğu Akdeniz'de Venediklilere ait olan Kıbrıs adasının Osmanlı hakimiyetine geçtiği görülmektedir. Bunun yanı sıra Tunus'taki İspanyol hakimiyetinin son bulduğu görülmektedir. Böylece 10 yıllık bir sessizliğin ardından Doğu ve Orta Afrika'da Osmanlı hakimiyetini güçlendiren hamleler yapıldığı görülmektedir. 1492 sonrası İspanyolların Kuzey Afrika'nın fethi için yaptığı girişimler böylece başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu başarının bölgesel dirençten değil Osmanlıların dengeleyici bir olarak Akdeniz satranç tahtasında yaptığı belirleyici hamleler sayesinde olmuştur.


1590 yılı haritasından 1580 ile karşılaştırıldığında bir değişiklik görülmemektedir. 


1600 yılı haritasına bakıldığında 1590 haritasında göre bir değişiklik görülmemektedir. Tabi ki bu değişiklik Osmanlı-İspanyol mücadelesi açısından böyledir. Ancak siyasi haritanın dışında Akdeniz'de ne olduğu ekonomik, sosyal ve daha bir çok boyutta araştırılıp düşünülmeye değerdir. 

13 Eylül 2013 Cuma

Akdeniz Satranç Tahtası


Akdeniz Satranç Tahtası
Akdeniz kıtaların siyasi etkileşimde bulunmaya başlamasından 16.yy'ın sonlarına kadar dünya iktidarının merkezinde yer almıştır. Burada yaşayan insanlar farklı zamanlarda ve biçimlerde de olsa dünyanın diğer bölgelerine nüfuz etmiş ve egemen olmuş bu süreçte özel konuma erişen Akdeniz devletlerinden her biri dünyada yaşanan iktidar çekişmesinde ya etkin rol oynamışlardır ya da bu çatışmaların yaşandığı bir arenaya dönüşmüşlerdir. Bu çekişmenin siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik ve dini olmak üzere çok boyutlu bir hal aldığı 16.yy da Akdeniz,  üstünlük mücadelesinin oynandığı bir satranç tahtasını andırıyordu ve mücadele jeopolitik çıkarların stratejik idaresini de içeriyordu. Her ne kadar 18. yy’dan itibaren  İngiltere ve Hollanda ile Rusya gibi ülkeler büyük güç olarak belirse de Akdeniz in jeopolitik önemi kaybolmamış yükselen güçler de bu bölgeye ilgilerini hiç saklamamışlardır. Tarihsel olarak, 16.yy Dünyasına bakıldığında Osmanlı gibi yükselen bir gücün varlığı yükselen güçle o an varolan egemen güçler arasında çatışmalara yol açar. Bu nedenle 15. yy’dan başlayarak Osmanlıların Akdeniz’deki etkilerinin incelenmesi önemlidir.

 Osmanlıların Akdeniz sahnesine çıkışıyla birlikte Venedik ile Ceneviz’in 'dalgalara hükmettiği' fikrine meydan okumaya başlamıştı. Osmanlıların artan jeopolitik hırslarını destekleyen unsur ise ateşli silahlardı. Osmanlı deniz stratejisi kıyıların yanı sıra başlıca ticaret yollarını korumaya odaklanmıştı. Bununla birlikte dar kapsamlı bir bakış açısına sahip değildi; Osmanlı sultanına bağlı olduğu bilinen korsanlar Akdeniz in dört bir köşesinde Sultan’ın çıkarlarını korumak ve düşmanlarını cezalandırmak için an kolluyorlardı. Venedik ile yapılan savaşlar Osmanlıların teknolojik olarak daha dinamik olduklarını kanıtladı. Özellikle Doğu Akdeniz de olmak üzere Ceneviz den sonra Venedik etkisi de giderek zayıfladı ve ellerindeki stratejik önemdeki adaları birer birer kaybettiler. Bu dönemde, Osmanlı gemi teknolojisi Venedik gemilerini taklit ederek daha sonra daha etkili gemiler yaparak giderek güçlendi denizcilikte de Cenevizliler Osmanlıların oluşturdukları modele örnek oldular. Buradaki mücadele Venedik’in ekonomik olarak zayıflamasını Katolik dünyadan kendisine yeni müttefikler aramasına yol açtı. 16.yy boyunca Venedik’in başını çektiği ve Osmanlılara karşı kurulan Kutsal İttifaklar açısından acı gerçek Osmanlılara karşı kapsamlı bir saldırı başlatabilecek düzeyde işbirliği sağlasalar bile bunun güç dengesi düşünüldüğünde intihar niteliğinde sayılabilecek bir hamle olacağıydı. Genellikle savaşların nedenleri arasında siyasi isteklerin karşı tarafa kabul ettirilmesi yatmaktadır ama 1571 İnebahtı yenilgisi sonrası kazanan tarafın değil kaybeden tarafın isteklerini kabul ettirdiği görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında Osmanlılar, Akdeniz satranç tahtasında başat bir güç olarak varlıklarını sürdürmekteydiler. Ancak tüm hırslarına rağmen Osmanlılar, Avrupa’yı kontrol etmedi; Fransaya destek vererek Habsburg gücünü dengeledi. Akdeniz’i kontrol etmedi Katolik ittifakına karşı dengeledi. Bu sayede Hollandalıların ve İngilizlerin Akdeniz’e girişini destekledi. İstikrarlı bir Akdeniz Osmanlıların çıkarınaydı bu ticari, askeri, ekonomik dengenin korunması için de önemliydi.

 Osmanlıların, Akdeniz’de sahneye çıkışı sonrası rakibi olan Venedik’in etkisinin kırılmasının ardından bir başka güç, özellikle Akdeniz’in batısında etkin olan İspanya ile rekabeti başladı. İspanya, 17. yy sonlarına kadar zirvedeki Avrupa güçlerinden biriydi. 15. yy sonlarında küresel hırsları olan büyük denizaşırı sömürgeci güç olarak ortaya çıkmıştı. Din bu dönemde birleştirici doktrindi ve yayılmacı çabalar için kaynak teşkil ediyordu. Ancak zamanla Akdeniz’de Osmanlılar, Atlantik’te İngiltere Fransa ve Hollanda’nın karşı çıkışlarıyla İspanya ne Avrupa’da ne de okyanuslarda gerçek bir üstünlük sağlayabildi. Portekiz ise İber yarımadasının batısında neredeyse Avrupa’nın geri kalanından soyutlanmış bir ülkeyken 15. yy sonundan itibaren Hint okyanusuna kadar uzanan erişim ve kontrol gücüne sahip olmuştu. Osmanlılar için Portekiz ile mücadele Akdeniz’den çok Hint okyanusunda önem kazanıyordu. Hint Okyanusunda yapılan hamleler Osmanlıların "rüzgârlara hükmetme" ve bunun sonucunda küresel bir güç olma iddiasını sürdürmeleri açısından önemliydi. Portekizlilerin, İslam’ın Kutsal saydığı mekânlara saldırı teşebbüsü ve Baharat ticaretinin güvenliği Osmanlıların ilgilerini bu bölgeye kaydırdı. Bugün pek çok Arap tarihçinin sorduğu bir soru meşhurdur: “Osmanlılar neden Yemen ve Hürmüz gibi Müslüman olan bölgeleri ele geçirmek için uğraştılar da Endülüs’ten yapılan açık yardım çağrılarını görmezden geldiler?” Bu soru şu şekilde cevaplanabilir: Osmanlılar ve Dünya tarihi açısından hangisi daha önemlidir? Endülüs mü, yoksa Yemen ile Hint Okyanusuna bakan Arap topraklarının fethi mi? Öfkeli, kendi ülkelerini idame edemeyen bir avuç Gırnatalı mı yoksa kadim Arap topraklarıyla Mekke ve Medine gibi kutsal toprakların korunması mı? Şüphesiz büyük devletlerin öncelikleri arasında küçük müttefikleri için intihar etmek yoktur. Kaldı ki Osmanlıların, Endülüs’te yaşayan Müslüman ve Hıristiyanları tamamen yalnız bıraktığı da söylenemez.

 Osmanlı genişlemesi, askeri gücün tam zamanında toplanması ve hızlı hareket etme kapasitesi ve bu kapasiteyle birleştirilen üstün askeri taktikleri zekice ve acımasızca uygulaması organize bir ekonomik ve mali sistem gerektiriyordu. Osmanlıların kuruluşu, Akdeniz’i çepeçevre saran coğrafyada neredeyse hiçbir şey bırakmadan aniden kaybolan imparatorluklar ardından güç boşluğunu kim dolduracaktır ve buradaki karasal üstünlük denizlerdeki faaliyetlerle desteklenmedikçe başarılı olabilir mi gibi sorulara da cevap veriyordu. Daha açıkça ifade etmek gerekirse, Bizans’ın bıraktığı mirasın üzerinde Osmanlı gücü inşa edilirken acaba güç boşluğu nasıl doldurulacaktı ya da neden Balkanlardan bir güç çıkıp bu boşluğu dolduramadı ya da Anadolu’da Karamanoğulları bunu başaramadılar. İşte hususta sorulması gereken sorular zihin açma işlevi görmektedir.

 Çağdaş standartlar açısından bakıldığında ise günümüzün bölgesel hatta süper güç olma iddiasındaki Türkiye Cumhuriyeti ile kıyaslandığında, Osmanlılar küresel bir güç iddiasında bulunan bölgesel bir güçtü. Türkiye Cumhuriyeti ise bölgesel güç iddiasından bulunan orta sıklette bir devlettir.